Türkiye, Brezilya ve İran arasında, tam da İstanbul’dan ayrılmak üzere bavullarımı topladığım sırada ilan edilen sürpriz nükleer anlaşma hakkında ne düşünmeli?
Anlaşma Tahran’da büyük tantanayla ilan edildi ve temelde daha önceki bir düzenlemeyi canlandırıyor. Buna göre İran, düşük oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunun büyük kısmından, (tıbbi izotoplar üreten bir araştırma reaktöründe kullanım amacıyla) daha fazla (yaklaşık yüzde 20 oranında) zenginleştirilmiş ama çok daha az miktarda uranyum için vazgeçecekti.
İlk dikkat çeken şey, bu filmi (veya en azından bir benzerini) daha önce izlemiş olmamız. Uranyumun gerçekten el değiştirip değiştirmeyeceğini de henüz görmüş değiliz. Tüm bu olay daha sıkı ekonomik yaptırımları savuşturmak için girişilmiş bir dalavere olabilir ve taraflardan biri (muhtemelen İran) zaman içinde anlaşmadan sıvışmanın bir yolunu bulabilir.
Fakat bunun nükleer soruna diplomatik bir çözüm bulunması yönünde epey küçük de olsa, bir ilk adım olması da mümkün. Meselenin özü İran’ın düşük oranda zenginleştirilmiş uranyum stoku veya kendi araştırma reaktörü için yakıt arzulaması değil; tartışma, İran’ın gelecekte kendi zenginleştirme kapasitesine sahip olmasına izin verilip verilmeyeceğiyle ilgili. Ve söz konusu anlaşma bu soruya
hiç değinmiyor; söylenebilecek en iyi şey, anlaşmanın daha verimli bir diplomatik sürecin kapısını açabilecek olması.
ABD’nin bu anlaşmayı memnuniyetle karşılaması gerektiğini düşünmemin sebepleriyse şöyle: Bulunulan noktadan tek makul çıkış yolu diplomasi; zira askeri güç sorunu uzun vadede çözmeyeceği ve büyük bir Ortadoğu savaşını tetikleyebileceği gibi, din adamları rejimini güçlendirme ve ABD’yi Müslüman ülkelere saldırmak konusunda tükenmeyen bir iştaha sahip bir kabadayı gibi gösterme ihtimali de yüksek.
(İsrail’in bu işi yapmaya çalışması da yardımcı olmayacaktır, her halükârda
biz suçlanırız.) Eski ABD başkanı George W. Bush’un görev süresi dolmadan bunun farkına vardığını ve Başkan Barack Obama’nın da bunu bildiğini düşünüyorum. Keza mantıklı İsraillilerin de. (Harvard Üniversitesi’nde profesör, 18 Mayıs 2010)
Kaynak: Radikal