Pdf dosyası olarak indirmek için tıklayın
Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarına tutunmuş 13 küçük ve savunmasız koloniyle yola düştü. Bu 13 eyâlet, yerli nüfusu boyun eğdirerek veya onları yok ederek, Teksas, New Mexico, Arizona ve California’yı Meksika’dan çekip alarak bir asır içerisinde kıta çapında genişledi. Acılı bir sivil savaş yaşadı, mütevazı sayıda denizaşırı kolonilere sahip oldu ve iki dünya savaşına katıldı. Ancak 1900’lerde büyük güç olduğundan beri yaklaşık bir düzine gerçek savaşlara katıldı ve sayısız askeri müdahale gerçekleştirdi.
Ama gelin görün ki Amerikalılar kendilerini barışsever bir halk olarak görürler ve bizler, ülkemize “savaşçı bir ulus” veya “garnizon devlet” nazarıyla bakmayız. Savaşı memnuniyetle karşılanası bir faaliyet olarak gören son başkan Teddy Roosevelt’ti galiba (bir keresinde “âdil bir savaş, insan ruhu için en müreffeh barıştan bile daha iyidir” demişti) ve müteakip başkanlar kendilerini savaşa büyük bir gönülsüzlükle ve ancak son çare olarak gider gibi göstermişlerdir.
Amerikalılar 2008’de Barack Obama’yı biraz da bazı meselelerde hassaten de güç kullanımı meselesinde onun, haleflerinden farklı olacağını düşündükleri için seçtiler. George W. Bush’un Irak’ta gereksiz ve budalaca bir savaş başlattığı, bu savaşı (ve Afganistan’daki savaşı) yanlış idare ederek katmerli hata yaptığı herkesin mâlumuydu. Amerikalılar bu yüzden Bush’un Irak savaşına karşı çıkan ve Amerikan taahhütlerini kaynaklarımızın hizasına çekebilecek bir adayı başkan seçtiler. Herşeyden çok da nerede ve nasıl güç kullanacağı konusunda Obama’nın çok dikaktli olacağını ve bu en kaba politika aracının sınırlarını bildiğini düşündüler. Norveçli Nobel Komitesi de böyle düşünmüş ki yaptıklarından değil de bundan sonra yapmasını umdukları şeylerden dolayı Obama’ya Nobel Barış Ödülünü verdiler.
Ama aradan geçen iki yıla rağmen kendimizi yine kavganın içinde buluyoruz. Obama Beyaz Saray’a yerleştiğinden beri Amerika’nın Afganistan’daki dahlini artırdı ve Libya’ya karşı yeni bir savaş başlattı. Müdahalemizin amacı Irak’ta olduğu gibi silahla rejim değiştirmek. İlk başta silahların Avrupalıların elinde olmasını veya Muammer Kaddafi’ye karşı saf tutan ayaklanmacıların elinde olmasını ümit ettik ama işi bitirmek için Amerikan silahlı kuvvetlerine, CIA elemanlarına ve dışarından silah arzına ihtiyaç olduğu gitgide âşikar oluyor.
Dahası Teksas Üniversitesi’nden Alan Kuperman ve Chicago Tribune’dan Steve Chapman’ın gösterdiği üzere Libya’nın zorbası Muammer Kaddafi’nin Bingazi’deki on binlerce masum sivili öldürmesini engellemek için Amerika’nın harekete geçmek zorunda olduğu iddiası sıradan bir tetkik karşısında bile ayakta duramıyor. Kaddafi’nin acımasız bir yönetici olduğunu herkes kabul ediyorsa da ona bağlı kuvvetler ele geçirdiği şehirlerde kasıtlı, büyük ölçekli kıyımlara imza atmış değiller ve Bingazi’de intikam alma tehditleri kenarda duran masumlara değil yönetimine direnenlere yöneltilmişti. Kaddafi’nin kurtarıcı niteliği çok azdır ve zalim olduğuna şüphe yok fakat (Obama’nın ifadesiyle) “dünyanın vicdanını lekeleyecek” kan banyosu tehdidi önemsizdi.
Bu son savaşa değip değmeyeceğini, ABD ve müttefiklerinin hayat kurtarıp kurtarmadıklarını ya da hayatları heba edip etmediklerini bekleyip görmek gerekecek. Fakat sormamız gereken gerçek soru şudur: Bu niçin olmaya devam ediyor? Böylesine farklı başkanlar benzer şeyleri yapmaya niçin devam ediyorlar? 2008’de savaştan usanan bir seçmen, bir savaş 2009’da tırmanırken, bir diğeri 2011’de başlatılırken niçin pasifçe izler? Devlet bütçesindeki her kuruş üzerinde savaşa kilitlenen iki siyasi parti bir başkanın günde 100 milyon dolara mâl olacak bir savaşı başlatmasını kaygısızca oturup nasıl izleyebilir? Neler oluyor burada?
Amerika’nın budalaca savaşlara devam etmesinin en önemli beş nedeni.
1 Çünkü biz yapabiliriz.
Amerika’nın bu şeyleri yapmaya devam etmesinin en bâriz nedeni, özellikle de Libya gibi küçük bir güç karşısında bahse değer ölçüde güçlü bir orduya sahip olmasıdır. Birkaç hafta önce de yazdığım gibi yüzlerce uçağınız, akıllı bombanız, cruise füzeleriniz olduğunda tüm dünya hedef tahtası gibi görünür. Dünyada bir yerlerde çetrefilli bir sorun nüksettiğinde “bir şeyler yapmanın” ayartıcılığına direnmek zordur.
Sanki başkanın masası üzerinde kırmızı bir düğmesi vardır, yaverlerinden biri içeri girer “talihsiz bazı insanların başına berbat şeyler geliyor sayın başkanım, fakat siz düğmeye basarsınız bunu durdurabilirsiniz. Birkaç yüz milyon dolara patlar, iş tamamlanana dek belki de birkaç milyar dolara çıkar ama borç içinde her zaman yüzebiliriz. Kara ordusu göndermediğiniz takdirde halk en azından bir süreliğine aynı düşüncede olacaktır ve bize misilleme yapılması gibi bir tehlike de mevcut değil – hiç değilse kısa bir süre zarfında – çünkü kötü adamlar (bu adamlar cidden çok fena adamlardır) çok zayıf durumda. Hayati çıkarlarımız tehlike altında değil efendim, bu yüzden hiçbir şey yapmak zorunda değilsiniz. Fakat düğmeye basmazsanız çok sayıda masum insan ölecek. Seçim sizin sayın başkan.”
Bu baştan çıkarıcı yalvarışa direnmek zorlu ve azimli başkan ister - veya ulusal öncelikler ve savaşın belirsizlikleri hakkında derin bir kavrayışı olan bir başkan ister.
Obama elbette ki selefleri gibi Amerika’nın dünyadaki özel yerini anarak güç kullanımını haklı çıkarmaktadır. Amerikan istisnaiciliğinin olağan söylemini kullanarak güç kullanımını Amerikan değerlerine, özgürlüğe bağlılığa dayadı. Bugün Amerika hakkında gerçekten de istisnai olan bir şey varsa o da değerlerimiz değil (baş döndürücü altyapımız, yüksek eğitim standartlarımız, orta sınıfın artan refahı da değil) askeri gücün başkanın elinde toplanması ve güç kullanımı üzerindeki siyasi kısıtlamaların aşınmasıdır.
2 Amerika’nın ciddi hiçbir düşmanı yok
ABD’nin opsiyonel savaşlar açmaya devam etmesini sağlayan ikinci etken, Soğuk Savaşın sona erişinin ABD’yi dikkat çekici derecede emniyetli bir yere koymasıdır. Batı yarımküresinde hiç büyük güç yok; “emsal rakibimiz” yok (gerçi gücümüzü böyle budalaca harcadığımız takdirde Çin kısa bir süre emsal rakip olabilir); kendi yok oluşunu davet etmeksizin Amerika’ya saldırma fikri üzerinde durabilecek ülke yok. Can sıkıcı terörizm sorunuyla yüz yüzeyiz fakat bu tehlike galiba abartılıyor; ayrıca terör sorunu kısmen de bizim diğer ülkelerin işlerine karışma temayülümüze bir tepkidir ve onunla başka türlü yollardan pekâla başa çıkılabilir. Gerçekten çok ironiktir: Amerikan toprakları dış tehlikelere karşı güvende olduğundan dolayı (bu iyi bir şeydir) Amerikalıların “yok edilecek canavarları aramak üzere” yurtdışına gitme lüksleri var (bu iyi bir şey değil). Eğer Amerikalılar güçlü bir hasma karşı kendi toprağımızı savunmanın tasasında olsalardı Libya’daki haçlı savaşı gibi insana kendini iyi hissettirecek projelerde zaman ve para israf etmezlerdi. Fakat istisnai derecede avantajlı jeopolitik konumumuz bu şeyleri yapmamıza imkân tanıyor isterse bu şeylerin stratejik anlamı olmasın.
3 Gönüllüler gücü
Mâcera müptelası olmamızın ardında yatan üçüncü etken gönüllüler gücüdür. Askerlik hizmetini sadece gönüllülere hasretmemiz sayesinde keyfi savaşlara karşı kamuoyu muhalefeti kolayca kuşatılıyor. Genç Amerikalıların çoğu askerlik yoklamasını yaptırsalardı, Wall Street bankacılarının oğulları – ve kızları - kurada çıkan talihsiz bir sayı yüzünden tehlikeli yerlere gönderilseydiler Bush veya Obama Irak ve Afganistan’daki savaşlara devam edebilirler miydi? Çok şüpheliyim.
Bu arada, gönüllüler gücünün tepilecek kötü bir fikir olduğunu savunuyor değilim zira lehinde bir dizi iyi sav var. Ama gene de gönüllüler gücü çağdaş Amerikan ulusal güvenlik düzeninin sık sık güç kullanımına müracaatı siyaseten makul kılan özelliklerinden biridir.
4 Müesses nizâm
Tüm dünyaya burnumuzu sokmamızın dördüncü nedeni, dış politika seçkinlerinin “birşeyler yapma” lehinde sıkı sıkıya bütünleşmiş olmalarıdır. Washington’daki dış politika düşüncesine ya yeni-muhafazakârlar hâkimdir (“özgürlük” ihracına ihtiyaç duyulduğunu iddia ederler ve hoşlanmadıkları tek bir savaş yoktur) ya da bir miktar çok-taraflılık örtüsü bulabildikleri takdirde problemleri çözmek için güç kullanmaya hevesli “liberal müdahaleciler.”
Liberal müdahaleciler ABD’nin her problemi çözemeyeceğini bazen itiraf ederler fakat yine de Amerika’nın vazgeçilmez ulus olduğunu düşünürler ve çözebileceğimiz kadar çok sayıda dünya problemini çözmemizi isterler.
Bu dünyagörüşlerini geliştiren, kamuoyuna duyuran ve müdaafa edenler, ne yapılması gerektiği (veya hangi problemin öncelikli olduğu) hususunda her daim mutabakat sağlayamayan ama hepsi de Amerikan gücünü çokça kullanmaya adanmış düşünce kuruluşları, komiteler, siyaset okulları ve devlet kurumlarından oluşan bir şebekedir. Kısacası, dış politikamızı mensubu olmak için yıllarını güç manevrasıyla harcayan ve mensubu olduklarında da zamanlarını bu kez kendi biricik projelerini ilerletmek için harcayan hamâkat ehli (do-gooder) partilerüstü bir dış politika sınıfı şekillendiriyor. Dış politikamıza yön verenlerin dış politika câmiasına katılmak için onca tırmalamadan sonra itidale başvurmaları veya Washington’ın az bir icraatla yetinmesi halinde ABD’nin ve dünyanın geri kalanının daha iyi durumda olacağını akla getirmeleri muhtemel değildir. Her şeyden önce, tüm bu gücü dünyayı kendi zevkinize göre biçimlendirmek için kullanamayacaksanız Washington’da sözü geçen kişi olmanın manası nedir hani.
Çoğu Amerikalıyla kıyaslandıklarında, zengin, imtiyazlı ve yüksek eğitimli bir gruptur bu ve içlerinden pek çoğu savundukları politikaların neticelerinden şahsen korunurlar. (Birkaç istisna dışında çocukları askerlik yapmaz (üç numaralı nedene bakınız). Savaşlar kötü gittiğinde müdahale savunucularının ciddi mâli zorluklar yaşamaları veya uzun vadeli kariyer cezasıyla karşılaşmaları muhtemel değildir; hizmet süreleri sona erdiğinde arpalığa, aynı düşünce kuruluşuna geri giderler. Müesses nizâmın dış politika etkinliği üzerindeki fikirbirliğinin altında Amerikan sağının oynadığı en başarılı Jedi akıl oyunu gizlidir. Amerikan muhafazakârlığı Amerikalı seçmenleri yurtiçi programlar için vergi ödemenin müsriflik, budalalık ve enayilik olduğuna, Amerikan topraklarını savunmak için değil de daha ziyâde diğer halklar adına savaşacak ve diğer tüm orduların hepsinden daha mâliyetli bir askeri yapıyı desteklemek için vergi ödemenin ise vatanperver bir vazife olduğuna ikna etmek amacıyla 1960’lardan beri durdurak bilmeyen başarılı bir kampanya yürütmektedir. Başka bir ifadeyle, Amerikalılar vergi gelirlerinin iyi okullar, sağlık sistemi, yollar, köprüler, hızlı tren gibi vatandaşlara yardımcı olacak şeylere harcanmasının yanlış olduğuna fakat Amerikalılara vergi kesmenin (en zenginlere değil tabi) ve parayı başkalarının savaşlarında harcamanın pek makbul olduğuna ikna edildiler. Biz de yuttuk. Dahası, başkanı parayı opsiyonel savaşlarda harcamakla er geç kesintiye uğrayacak yurtiçi programlarda harcamak arasında yaptığı takasın hâsılalarıyla fiilen yüzleşmeye zorlayacak etkin bir mekanizma da görünmüyor. Bu da beni beşinci bir nedene götürüyor.
5 Kongre dengelemiyor
Savaş ilanı yetkisi Kongre’ye verilmiştir, başkana değil ama bu yetki II.Dünya Savaşı’ndan beri sürekli olarak gasp ediliyor. Anayasa bu konuda daha açık olamazdı ama modern başkanlar ABD silahlı kuvvetlerine diğer ülkelere saldırı emri verme veya hatta gizli olarak neler yapıyor olabileceğimiz hakkında Kongre’yi eksiksiz bir şekilde bilgilendirme hususunda hiçbir kısıtlanma hissetmiyorlar. Anayasamızda güya kutsal olan, övünülen “denge ve kontrol” sistemi uygulamada artık işlemiyor. Yani Amerikan askeri gücünün kullanımı başkanın ve bir avuç hırslı danışmanın eline kalmış durumdadır (dört no’lu nedene bakınız). Kamuoyunu hesaba katmadıkları anlamına gelmez bu (mesela anketörleri ve siyasi danışmanları da var) ama hiç de bağlayıcı bir kısıtlama değildir bu.
Bu listeye daha fazlası eklenebilir. Buna hiç şüphem yok (mesela pasif medya, askeri-sanayi kompleksi) ancak burada zikrettiğimiz maddeler sözde barışsever Amerika’nın kendisini niçin bu küçük ama kaynak kurutucu savaşların içinde bulmaya devam ettiğini açıklamakta epey mesafe katetmiştir.
Barack Obama 2008 seçim kampanyasında en sevdiği filmin The Godfather (Baba) olduğunu söylemişti. Yanılmıyorsam, en sevdiği ikinci filmin The Godfather II olduğunu da söylemişti. Ancak bu başkanlık, meşhur üçlü serinin Michael Corleone’ın Corleone ailesini meşru kılma teşebbüslerinin önüne set çeken kadere sövüp saydığı üçüncüsü gibi bitiyor.
Obama’nın şöyle söylediğini duyabiliyorum: “tam dışarıda olduğumu düşündüğüm anda….beni tekrar içeri çekiyorlar.” Kesinlikle.
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın