Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Kıbrıs Cumhuriyeti’ne (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi - GKRY) büyükelçi atamaları, yalnızca diplomatik teamüller çerçevesinde değerlendirilemeyecek kadar stratejik, sembolik ve çok katmanlı bir gelişme olarak karşımızda durmaktadır.

Bu kararlar, yüzeyde "egemen bir devletle diplomatik ilişki kurmak" gibi sıradan bir hamle gibi görünse de, satır aralarında okunduğunda Ankara’nın geleneksel Kıbrıs politikası açısından dikkatle analiz edilmesi gereken derin bir kırılma potansiyeli olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda bu gelişmenin zamanlaması, aktörleri ve bağlamı, yüzeyin altında çok katmanlı bir jeopolitik kaymanın izlerini de taşımaktadır.

Bilindiği gibi, Kıbrıs Adası'nda yaşanan olayları müteakiben Türkiye, 20 Temmuz 1974'te garantör devlet olarak müdahale hakkını kullandı ve Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıs Barış Harekatı'na başladı. Birleşmiş Milletlerin çağrısı üzerine 22 Temmuz 1974'te ateşkes sağlandı ve çatışmalar durdu. Kıbrıs adasındaki taraflar arasında 25 Temmuz 1974'te "Cenevre Görüşmeleri" başladı. Yunanistan ve Rum tarafının, istekleri kabul etmemesi ve adadaki Türk halkına karşı katliam yapma ihtimalleri ikinci harekatı zorunlu hale getirdi. Bu kapsamda, "Ayşe tatile çıksın" parolasıyla 14 Ağustos 1974'teki "İkinci Kıbrıs Barış Harekatı" ile adaya barış ve huzur getirildi. O tarihten bu yana adada iki ayrı yönetim fiilen varlığını sürdürürken, uluslararası toplum yalnızca GKRY’yi tanımayı tercih etti. Türkiye’nin 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanıması, BM Güvenlik Konseyi’nin 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarıyla kınanmış, KKTC’nin tanınmaması çağrısıyla da karşılık bulmuştur. Bu kararlar, uluslararası sistemde Türkiye’yi Kıbrıs konusunda izole eden bir çerçeve yarattı. Aradan geçen on yıllarda bu izolasyon, Türkiye’nin kendi etki alanı olarak gördüğü bölgelerde dahi kırılmamış; KKTC’yi tanıyan başka bir devlet ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla, GKRY’ye atanan bu son büyükelçiler, Türkiye'nin kendi “doğal müttefikleri” olarak gördüğü Orta Asya devletleri tarafından bile Kıbrıs politikalarının fiilen tanınmadığını gösteren sembolik bir kırılmayı temsil etmektedir.

AB-Orta Asya Yakınlaşmasının Jeopolitik Arka Planı

Bu hamlelerin birden fazla nedeni olmakla birlikte, temel itici güç, Avrupa Birliği’nin son yıllarda Orta Asya ile geliştirdiği “Jeopolitik Ortaklık” politikasıdır. Özellikle 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Semerkant’ta düzenlenen AB-Orta Asya Zirvesi’nde imzalanan belge, işbirliği çerçevesinin yalnızca enerji, ulaşım ve çevre gibi teknik konularla sınırlı olmadığını; aynı zamanda “uluslararası hukuk normlarına bağlılık” vurgusuyla siyasi bir yönelim değişikliğini de içerdiğini ortaya koydu.

AB-Orta Asya Zirvesi’nde imzalanan ortak deklarasyonun 3. ve özellikle 4. maddeleri, bölgedeki dış politika tercihlerinde ciddi bir dönüşümün ipuçlarını barındırıyor. Bu maddelerde, BM Güvenlik Konseyi’nin 1983 tarihli 541 ve 1984 tarihli 550 sayılı kararlarına “bağlılık” vurgusu yapılması, doğrudan KKTC’nin tanınmaması ve GKRY’nin meşru ada devleti olarak kabul edilmesi anlamına geliyor.

Bu durum, açıkça Ankara’nın Kıbrıs politikasıyla çelişen bir pozisyon olduğunu gözler önüne sermektedir. Üstelik bu deklarasyonu sadece imzalamakla kalmayıp, diplomatik kadrolarını GKRY’ye yönlendiren ülkeler, Türkiye’nin uzun yıllardır inşa etmeye çalıştığı “Türk Dünyası dayanışması”nın sınırları hakkında farklı düşünceleri akıllara getirmektedir.

Türkiye’nin Sessizliği: Diplomatik Bir Taktik mi?

Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) büyükelçi atamaları karşısında Türkiye’nin sessiz kalması, ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de, bu tutumun ardında çeşitli diplomatik gerekçeler olabileceği ihtimallerini de barındırmaktadır. Kamuoyuna açık bir tepkinin verilmemesi, Ankara’nın meseleyi perde arkasından yürütmeye çalıştığını düşündürebilir. Eğer gerçekten bu yönde bir tercih söz konusuysa, bu durum mevcut şartlarda rasyonel ve ihtiyatlı bir diplomatik strateji olarak okunabilir:

1.      Türkiye, bu gelişmeye karşı doğrudan ve yüksek perdeden bir diplomatik tepki vermemiştir. Bu durum, söz konusu ülkelerle ilişkilerde uzun vadeli bir gerilim yaratmamak amacıyla bir “ihtiyat stratejisi” uygulanıyor olabileceğine işaret etmektedir. Eğer böyle bir yaklaşım benimsenmişse, bunun amacı muhtemelen Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) içindeki dayanışmayı zedelemeden süreci yönetmektir. Açık bir kriz görüntüsünün, yalnızca Kıbrıs dosyasında değil, çok boyutlu ikili ilişkilerde de kırılmalar yaratabileceği dikkate alınmış olabilir.

2.      Türkiye’nin ilgili Orta Asya ülkeleriyle bu gelişmenin etkilerini sınırlamak adına çeşitli diplomatik temaslarda bulunuyor olması muhtemeldir. Böyle bir durum söz konusuysa, bu temasların amacı GKRY ile kurulan ilişkilerin sadece teknik ve protokol düzeyinde kalmasını sağlamak ve Kıbrıs meselesinde mevcut statükonun aşındırılmasının önüne geçmek olabilir. Bu yaklaşım, olayın KKTC’ye doğrudan zarar vermesini engellemeyi hedefleyen bir “zararı sınırlama” refleksi olarak değerlendirilebilir.

3.      Türkiye'nin bu konudaki sessizliğinin bir diğer nedeni, Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) iç bütünlüğünü koruma kaygısı olabilir. GKRY ile diplomatik ilişki kurulması, KKTC’nin gözlemci üye olduğu TDT çerçevesinde sembolik anlamlar taşıdığından, açık bir çatışma yaratılması teşkilatın iç uyumunu zedeleyebilir. Ankara, böyle bir olumsuz senaryoyu önlemek adına, meseleyi açık çatışmaya dönüşmeden denge içinde tutma yönünde bir irade sergiliyor olabilir.

4.      Bu süreçte Türkiye, alternatif diplomatik adımlar geliştirme yönünde bir çaba içindeyse, bu da stratejik bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. KKTC’nin tanınırlığını doğrudan artırmak zor olsa da, Orta Asya ülkeleriyle eğitim, kültür, turizm gibi alanlarda gayriresmî işbirlikleri güçlendirilebilir. Bu tür işbirlikleri, KKTC’nin görünürlüğünü artırma, GKRY’nin diplomatik atılımının etkisini dengeleme ve Türkiye'nin bölgesel pozisyonunu pekiştirme hedefleriyle paralellik gösterebilir.

Yani Türkiye’nin bu gelişmeye karşı kamuoyu önünde sessiz kalması, doğrudan bir politik zayıflık göstergesi değil; kontrollü ve uzun vadeli etkileri dikkate alan bir diplomatik ihtiyat politikası olarak okunabilir. Eğer perde arkasında süreci yöneten bir diplomasi söz konusuysa – ki birçok emare bunu işaret etmektedir – bu durumda Ankara’nın GKRY’nin Orta Asya’daki görünürlüğünü sınırlı tutmaya dönük bir strateji izlediği söylenebilir. Bu yaklaşım, hem KKTC’nin zarar görmesini engellemek hem de TDT içindeki kırılgan dengeyi korumak adına, mevcut koşullarda rasyonel bir tercih gibi görünmektedir.

 

İlerleyen Süreçte Ortaya Çıkabilecek Dinamikler

GKRY ile Azerbaycan’ın ilerleyen dönemde benimseyeceği tutum, Türkiye’nin bu gelişmeleri sınırlı bir diplomatik sapma olarak mı, yoksa daha yapısal bir yönelim değişikliği olarak mı değerlendireceğini anlamada belirleyici etkenlerden biri olacaktır. Özellikle Azerbaycan’ın pozisyonu bu bağlamda ayrı bir önem taşımaktadır. Türkiye ile “iki devlet bir millet” ilkesi etrafında şekillenen yakın stratejik iş birliği, Azerbaycan’ın dış politika adımlarını da daha dikkatle izlenir hâle getirmiştir.

Karabağ sorununu büyük ölçüde çözüme kavuşturan ve nihai barış anlaşması yönünde Ermenistan’la ilerleyen bir sürecin içinde bulunan Azerbaycan için, bu yeni dönemde daha özgür ve özerk dış politika kararları alma alanı genişleyebilir. Böyle bir bağlamda, Azerbaycan’ın gelecekte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıma ihtimali, hem KKTC’nin uluslararası konumunun güçlendirilmesi hem de Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin derinliği açısından son derece önemli ve dönüştürücü bir adım olabilir.

Bu tür bir tanıma, sadece iki ülke arasında değil, Türk Devletleri Teşkilatı ve hatta İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar içinde de yeni bir tartışma ve yönelim alanı açabilir. Elbette böylesi bir adımın atılması, yalnızca Türkiye ile ilişkiler bağlamında değil, Azerbaycan’ın Batı ile, Rusya ile ve bölgesel barış mimarisiyle kurduğu dengelerle de doğrudan bağlantılı olacaktır.

Türkiye’nin KKTC Açılımı Yeni Alanlara Yayılabilir:

Türkiye, KKTC’nin uluslararası alandaki görünürlüğünü artırma stratejisini, Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika gibi diplomatik olarak daha esnek bölgelerde derinleştirmeyi hedefleyebilir. Bu bağlamda, geçmişte KKTC'nin temsilcilik açtığı ülkeler arasında Azerbaycan, Pakistan ve Gambiya gibi dostane ilişkilere sahip devletler öne çıkarken, benzer girişimlerin Tanzanya, Endonezya veya Bangladeş gibi ülkelerle de geliştirilmesi gündeme gelebilir.

Ayrıca 2022 yılında Bakü'de gerçekleştirilen Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi'nde KKTC’nin gözlemci üye statüsü kazanması, Ankara'nın KKTC'yi daha geniş platformlarda görünür kılma çabasının bir örneğidir. Bunun yanında, KKTC'nin akademik ve kültürel diplomasi yoluyla temsil edildiği Türk-Afrika Forumu gibi platformlar da bu stratejinin parçası olarak değerlendirilebilir.

Gelecek dönemde Türkiye’nin, uluslararası konferanslarda KKTC temsilcilerine söz hakkı tanınması için lobi faaliyetlerini artırması, medya ve dijital diplomasi araçları üzerinden KKTC’nin kurumsal kimliğini daha fazla vurgulaması ve öğrenci değişim programları gibi yumuşak güç unsurlarını devreye sokması beklenebilir. Bu adımlar, hem KKTC'nin diplomatik tecridini aşma çabalarının bir uzantısı hem de Türkiye'nin çok yönlü dış politika vizyonunun bir yansıması olacaktır.

Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın GKRY’ye büyükelçi atamaları, Türk dış politikası açısından yalnızca teknik bir mesele değil; daha geniş bir stratejik yönelimin işareti olarak ele alınmalıdır. Bu adımlar, Türkiye’nin hem Orta Asya’daki etkisinin sınırlarını hem de KKTC ile ilgili uluslararası diplomatik dengenin ne kadar kırılgan olduğunu göstermektedir. Ancak bu kırılganlık, yapıcı ve çok boyutlu bir diplomasi ile yönetilebilir.

Türkiye’nin bu süreçte sergilediği sessizlik, eğer dikkatle kurgulanmış bir stratejinin parçasıysa, artık bu stratejinin daha görünür, sonuç odaklı ve yönlendirici adımlarla desteklenmesi gerekmektedir. Aksi hâlde, gelişmelerin yalnızca “ihanet” ya da “yalnızlık” retoriği üzerinden okunması, Ankara'yı çözüm üretmekten uzaklaştırabilir ve diplomatik yalnızlığı daha da derinleştirebilir.

Bugün ihtiyaç duyulan, duygusal tepkilerden çok, Türk Dünyası içindeki iş birliği mekanizmalarını güçlendiren, KKTC'nin uluslararası varlığını sağlam temellere oturtan ve bölgesel barışla çelişmeyen, sabırlı fakat kararlı bir dış politika çizgisidir. Bu doğrultuda atılacak her adım, sadece Kıbrıs meselesinde değil, Türkiye'nin genel dış politika mimarisinde de sürdürülebilirlik ve saygınlık sağlayacaktır.