Ayların, yılların karakteri olduğu gibi şehirlerin de karakteri vardır. Ramazan ayının karakterini belirleyen hususlar herkesin malumu olduğu gibi oruç tutmak, imsak, iftar ve sahur ile birlikte teravih namazı kılınmasıdır. Çağımızın en önemli İslam hukukçularından birisi olan Mustafa Zerka yaşlılık günlerinde ve misafirlerini bekletme pahasına teravih namazını kaçırmamakta ve muntazaman devam etmekte ve devamlılığına riayet etmektedir. Bunun nedenini sorarlar ve hatta: ”Bu Hazreti Ömer’in sünneti değil mi? Biraz gevşek davransanız ne mahzuru var?” sualine muhatap olur. Bunun üzerine şöyle der: ”Teravih Müslümanların coşkusunu ve dinamizmini göstermesi açısından İslam’ın şiarlarından birisi haline gelmiştir( şeair-i İslam veya mezahir-i İslam) dolayısıyla bunun terkini İslami sembollerden birisinin kaybı olarak görürüm.”

Demek ki ramazan ayının bir karakteri var. İslam şehirlerinin de etrafına cami ve ağyarına mani bir karakteri var. Ali Şeriati’nin dediği gibi İslam şehri , merkezindeki cami ile anlam kazanır. Yanına çarşı kurulur ve etrafını da sırayla meskenler çevirir. İslam şehrinin diğer en önemli karakteristiği ve özelliği minarelerdir. Minare şehirdeki en yüksek alem ve nişandır. Lakin sinsice ilerleyen modernizm belası bu karakteristiği altüst etmekte ve alanları ve şehirleri sekülerleştirmektedir.  Elbette ezan sesinin hoparlör gibi araçlar vasıtasıyla yükseltilmesi yaşlı ve hastalara rahatsızlık vermesi açısından değerlendirilebilirse de diğer taraftan İslam karakteri açısından da değerlendirilmelidir. Yani mesele tek yönlü olarak değerlendirilemez. Mekanların ve yapıların sekülerleştirilmesini isteyenlerin temel taleplerinden birisi de ezan sesinin kısıldıkça kısılması ve hatta mümkün mertebe merkezileştirilmesi veya özelleştirilmesidir. Kısmen bu plan 28 Şubat sürecinde merkezi ezan sistemiyle yürürlüğe konmuştur. İstanbul için de bu yönde zorlamalar el’an devam etmektedir.

*

İstanbul’un karakteri de fetihle birlikte camiye çevrilen Ayasofya’dır. Bazıları bu hususta sayı hesabı yapıyor ve “Sultanahmet’te kaç cemaat var ki Ayasofya da bir ihtiyaç olsun?” deme ihtiyacını hissediyor! Elbette cemaatin kalabalıklığı istenen bir husustur. Lakin sayının ötesinde Ayasofya’nın sembolik önemi ve değeri vardır. Fethin ve Fatih’in yani İstanbul’un sembolüdür. Bu bakımdan İstanbul’u İstanbol  yapan hususların başında da Ayasofya gelmektedir. Tam da fetih tarihinde (15 Ağustos 2010) Sümela’da ayin icra edilmesine müsaade edilirken bazı Müslümanlar da bundan cesaret alarak en azından bayramlarda olsun Ayasofya’nın ibadete açılmasını istemişlerdir. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu ise muğlak bir cevap vermiş ve teklif gelirse değerlendireceklerini söylemiştir. İstanbul’un özel nişanesi Ayasofya geneli ise cami ve minarelerdir. Maalesef bu hususta 1994 yılından itibaren kayda değer bir zenginleşme ve gelişme yaşanmamıştır. İstanbul’u İstanbul yapan karakterlerde gelişme olacağı yerde maalesef duraklama ve hatta gerileme göze çarpmaktadır. Geçmişte modern şehir olarak planlanan Ankara ‘mabetsiz şehir’ olarak anılmaktaydı. Lakin zamanla bu eksikliğini telafi etmiş ve Ankara ‘mabetsiz şehir’ algısından kurtulmuştur. Bugün ise İstanbul’un uydu kentleri maalesef mabetsiz şehir olarak anılmaktadır.  Medeniyet şairimiz Yahya Kemal Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda bu gelişmelerden muzdarip olmuş ve bunu şiir diline dökmüştür.

*

Mustafa Çağrıcı özellikle de son dönemde hareketlenen ve gelişen uydu kentlerde yeteri kadar cami yapılmadığından yakınmış ve bu yeni uydu kentleri mabetsiz şehirlere benzetmiştir. El hak doğrudur. İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı’nın bu yöndeki sözleri önce müftülüğün internet sitesinde yayınlanmış. Ardından HaberTürk gazetesinde yer alan açıklamasının başlığı “İstanbul’da mabetsiz kentler kuruluyor” olmuştur. Bu başlık ve haberler her zamanki gibi Ruhat Mengi gibilerin dikkatinden kaçmamış ve onları rahatsız etmiştir. Mustafa Çağrıcı İstanbul’da kurulan büyük sitelerden (tabii diğer illerdekileri de kastediyor), uydu kentlerden söz ediyor, isimlerini tek tek veriyor ve “Halkalı’dan Ataköy Konakları’na, Beykoz Konakları’ndan Acarkent’e kadar” bu sitelerin içinde kilometrelerce gidilse bile cami görülmediğini, Allahüekber sesi duyulmadığını  hatırlatıyor; “bu semtlerde yetişen yeni nesiller artık dini ve kültürel anlamda bize yabancı” diyor. “Bu uydu kentlerde alışveriş merkezi dahil her türlü sosyal alan ayrılmasına rağmen bir tek caminin olmadığını söyleyerek Acarkent, Ataköy Konakları gibi sitelerin adını tekrarlayarak şu vurucu tespiti yapıyor:

“Her bir konak orada belki birkaç milyon dolardır. Şimdi böyle bir yerde bir cami yerinin ayrılması, şu kadar milyon doların suya atılması gibi algılanıyor. Demek ki bir zihniyet böyle düşünüyor...”

Şehrin karakterini belirleyen hususlar neler? Minareler, çeşmeler, ezan sesleri değil mi? Şimdi bunların tamamı aşınıyor.  İslam medeniyetinin temel nişanesi olan çeşmeler giderek kapitalizmin boğucu ikliminde kuruyor. Suyun azlığından değil gönül çeşmelerinin ve hayır duygularının körelmesinden ve kurumasından.  Artık sebil kültürümüz köreldi.  Her şey paraya tahvil edildiğinden artık temizlik için ve susuzluğu gidermek için harcanan umumi su da bu bazda değerlendirilir oldu. Artık ezanlar eskisi kadar gür çıkmadığı gibi minareler de ya eskisi kadar dik değil ya da gözükmüyor. Gölgelenmiş vaziyetteler. Zira, onları artık gökdelenler çevreliyor ve gölgeliyor.  Artık şehrin nişaneleri minareler değil, gökdelenler. Bundan dolayı şehir karakter olarak İslam şehri olmaktan çıkarak kapitalist bir şehir görünümü kazanıyor. İstanbul’a gökten baktığınızda minareden ziyade gökdelen görüyorsunuz. Şehrin büründüğü yeni karakterinde cami ve minare sıradanlaşırken yerlerini devasa adalet sarayları ve gökdelenler alıyor.  Dolayısıyla şehir İslami vasfı kaybederek sekülerleşiyor.  Zira, artık şehre karakterini İslam değil, kapitalizm veriyor. Şüphesiz bu bir zihniyet aşınmasının ürünüdür.