Bu yazın başlarında, Jared Diamond’un Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed başlıklı kitabını okuduğumu söylemiş ve devşirdiklerimi özetleyip paylaşacağım diye söz vermiştim.  Guns: Germs, and Steel başlıklı diğer kitabına tam denk değilse de okunmaya değer bir kitap.  Mâzideki pek çok toplum ve (jeoloji, botanik, adli arkeoloji gibi) bilimsel bilgi hakkında muazzam bilgiler edinecek, niçin muvaffak olduklarını yahut da çöküp gittiklerini öğreneceksiniz.

Kitabın merkezinde, talepkâr ve/veya kötüleşmekte olan çevresel, iktisâdi veya siyasi şartlara intibak edemediklerinden dolayı çökmüş ve gözden kaybolmuş toplumlar hakkında yapılan bir dizi vaka analizi yer alıyor. Diğer toplumların yanı sıra Ester Adası sâkinlerinin, Mayaların, Güneybatı Pasifik’teki Anasazilerin, Batı Grönland’daki Wiking kolonilerinin kaderini inceliyor ve talepkâr şartlarda dayankılı hayat tarzları geliştirmeyi başarmış Yeni Gine dağlılarıyla kıyaslıyor.  Ayrıca, Ruanda soykırımı, Çin ve Avustralya’nın çevre sorunlarını bu daha önceki örnekler ışığında inceliyor.
Devletlerin (grupların ve bireylerin) zarardan dönmeyi ve işe yaramadığı apaçık olan politikalardan vazgeçmeyi niçin güç bulduklarını araştıran bir proje üzerinde çalıştığım için okudum bu kitabı. Bu başlık, kafası çalışan ve eğitimli insanların niçin feci (daha sonra keşke denilen aptalca) kararlar aldıkları gibi (benim için müthiş büyüleyici olan) daha büyük bir sorunun altkümesidir. Diamond’un çalışması, Amerika’nın çöküşü hakkındaki ebedi tartışmayla da alâkalıdır: Olmakta mı? Kaçınılmaz mı? Nasıl cevaplandırmalıyız?

Diamond’un vaka analizlerinden çıkardığı dersler nelerdir ve dış politika yönetimiyle ilgili olarak idrâkimize neler sunmaktadır? Kitabı bitirdiğimde aklımdan geçen fikirler şunlardı:

Birincisi, Diamond, toplumların bazen de zuhur etmekte olan problemleri önceden görmede acze düştüklerini zira eldeki olgu evvelinde tecrübeye veya yeterli bilgiye sahip olmadıklarını savunuyor. İlkel toplumlar, örneğin, toprak yitimi tehlikesini tanıyamamış olabilir çünkü toprağın temel kimyası hakkında yeterli bir anlayıştan yoksundular.  Bir toplum, yüzyüze geldiği sıkıntıları sırf seyrek cereyan ettiği için fark edemeyebilir çünkü problemin nasıl  tespit edileceği  veya problemin üstesinden nasıl gelineceği bilgisi unutulmuştur. Diamond’un vurguladığı üzere, bu hassaten de ilkel toplumlar için sorun teşkil etmektedir çünkü yazılı kayıtları yoktur; ama ne ki tarihi hafıza kaybı bizim gibi hayli okur-yazar toplumlarda bile olabilmektedir.
Benzetme yapacak olursak, ABD dış politikasındaki başarısızlıkların bazılar bu nevidendir.  Afganistan’daki Sovyet karşıtı mücahitlere verilen ABD desteğinin, Amerikan karşıtı, derin husûmet besleyen terörist grupların oluşumuna önayak olacağını hiç kimse beklememişti. Bu biraz da ABD liderlerinin dünyanın bu kesimi hakkında pek bir şey bilmemelerinden ve de Ortadoğu hakkında ABD’deki kamusal söylemin boşluklarla dolu olmasından kaynaklanmıştır. Benzer şekilde, 2003 yılında bizi Irak Savaşına götüren kişiler, Irak toplumunun tarihi (ve Saddam rejiminin gerçek doğası) hakkında bahse değer bir cehalet içindeydiler. İşleri daha da kötüleştirircesine, Amerikan ordusu Vietnam’dan aldığı tüm dersleri unutmuştu ve sadece kısmi bir başarıyla, hepsini yeniden öğrenmek zorundaydı.

İkincisi, toplumlar, liderleri sıkıntının kaynağından çok uzakta olduğu takdirde, azmakta olan sorunu tespit edemeyebilir.  Diamond buna “uzak/taki yöneticiler” problemi demektedir ve Amerikan politikacılarının geriye bakıldığında genelde aptalca görünen kararları niçin aldıklarını açıklayabilir bu. Daha öncede kaydettiğim üzere, ABD dış politikasından sorumlu kişilerin yüzyüze geldiği sorunlardan biri de ele almak zorunda oldukları problemlerin sayısı ve kapsamıdır; bu onları, uzaktaki astların raporlarına bel bağlamaya ve anlamalarını bekleyemeyeceğimiz meseleleri ele almaya mecbur etmektedir. Barack Obama birkaç yılını Peştun dili öğrenerek ve kendisini Afgan tarihi ve kültürüne gark ederek geçirmez;  bunun yerine, olay yerindeki şahısların ona anlattıkları üzerinden karar almak zorundadır ki o şahıslar ondan daha fazla biliyor da olabilirler bilmiyor da olabilirler. Maalesef, bu şahısların neşeli bir tarih anlatmaları için açık nedenleri vardır (kendi gayretlerinin iyi görünmesi için olsa keşke).

Üçüncüsü, kısa vadeli büyük dalgalanmalar, uzun vadeli olumsuz eğilimi maskelediğinde ciddi problemler tespit edilmeden kalabilir. İklim değişikliği klasik örnektir: Atmosfer ısısında (günlük, mevsimlik, yıllık ve daha büyük dönemsel) kısa vadeli pek çok dalgalanmalar yaşanır ve iklim değişikliğinden şüphe edenlere, ani soğukları sera gazlarının kaygı meselesi olmadığının delili olarak değerlendirme imkanı verir.

Benzer şekilde, Amerikan üstünlüğünün uzun vadeli karşı eğilimleri maskeliyor olabilen kısa vadeli işaretlerini bulması kolaydır. İyimserler, ABD askeri üstünlüğüne ve Amerikan ekonomisinin halen dünyanın en büyük ekonomisi olduğu gerçeğine veya patent sayısına, Amerikalı bilim adamlarının kazanmaya devam ettiği Nobel Ödülleri’nin sayısına işaret edebilirler. Fakat tıpkı İngiliz İmparatorluğu’nun en büyük toprak genişlemesini I. Dünya Savaşı’ndan sonra (fiili gücü şüphe götürmez şekilde azalırken) gerçekleştirmesi gibi, bu olumlu nitelikler daha ziyâde geçmişteki yatırımların (ve talihin) ürünü olabilir ve bunlara odaklanmak, Amerikan gücünün aşınan temellerini ıskalamamıza yol açabilir.

Aptalca kararların dördüncü bir kaynağı da bireylerin bir bütün olarak toplum çıkarına değil de kendi bencil çıkarlarına uygun hareket etme eğilimidir. Tragedy of Commons (Ortak Malların Trajedisi)  bu problemin klasik bir resmidir fakat aynı temel dinamik, dar çıkar grubu tercihlerinin daha geniş ulusal çıkarlara baskın çıkmasına müsaade edildiğinde de görülür. Belirli sanayileri korumak için uygulanan gümrük tarifeleri veya muayyen bir seçmen kitlesini yatıştırmak için tasarlanmış dış politikalar, söz konusu duruma örnektir. 

İronik olarak, bu problemler hassaten de bugünün pazar yönelimli demokrasilerinde vahim durumda olabilir. Açık toplumların, iyi işleyen bir “fikirler pazarını” beslediğini ve farklı görüşlerin çatışmasının aptalca fikirleri ıskartaya çıkartacağını, problemlerin teşhisini ve vaktinde ele alınmalarını temin edeceğini düşünmekten hoşlanırız. Bu bazen galiba doğru ama mâli kaynağı yerinde olan özel çıkarlar, ulusal aklı güçlük çekmeden kirletebildiğinde, entelektüel pazarın iflas etmesi daha muhtemel bir sonuçtur. Her şeyden evvel, kendine hizmet eden yalanlar icat etmek ve gerçeği çarpıtmak hakikati bulup ortaya çıkarmaktan daha kolay ve daha ucuzdur ve nezdlerinde hakikati dile getirmenin lanetli, kendine hizmet eden siyasi propagandanın ise kaide olduğu çok sayıda kişi (ve örgüt) var.

Profesyonel tahrifatçıların sayısı daha çok olduğunda, para kaynakları daha iyi olduğunda, sesleri hakikati söyleyenlerden daha gür çıktığında, toplum zamanla sersemleşecek ve [kendisine söylenen] o aynı yanlışları tekrarlayacaktır.
Beşincisi, Diamond, bir devlet veya toplum sıkıntı içinde olduğunu tanıdığında bile, intibak etmelerini ve ayakta kalmalarını daha da zorlaştıran bir dizi patolojiyi teşhis etmiştir. Siyasi bölünmeler, bir şeylerin yapılması gerektiğini herkes fark ettiğinde bile (Kongre’deki tıkanıklığı düşünün) vaktinde davranmayı imkansız kılabilir ve kilit liderler ya grup düşüncesine yahut da çeşitli psikolojik inkar şekillerine meyilli olabilirler. Kötü haber şu ki bu problemlerin etkin ve âlemşümul güvenilirliği olan bir panzehiri icât edilmiş değil.

Dahası, eğer grup kimliği, aziz tutulan belirli değerlere veya inançlara dayalıysa, bekâ tehdit altında olsa bile onlardan vazgeçmek zor olabilir. Diamond, Grönland’daki Wiking kolonilerinin, Wikinglerin belirli geleneksel uygulamalardan vazgeçme ve Eskimoları taklit etmeye (mesela Eskimo balıkçı kayıklarıyla fok balığı avlamayı benimsemek) duydukları isteksizlik yüzünden gözden kaybolmuş olabileceklerini söylemektedir. Bu nevi kültürel katılığın çağdaş benzerlerini görmek zor değildir. Askeri örgütler, âşina olunan askeri doktrinlerden, usullerden vazgeçmeyi zor bulurlar; belirli toprak gâyelerine güçlü bir şekilde adanmış devletler, bu adanışları üzerinde yeniden düşünmeyi neredeyse imkansız bulurlar. Fransa’nın Cezayir’den çekilmesinin ne kadar uzun sürdüğüne bakın; veya Sırp ulusçu fikriyatında merkezi yeri olan Kosova sevgisini ve bunun 1999 yılında onları mâliyetli (ve galiba gereksiz) bir savaşa nasıl sürüklediği üzerinde düşünün.

Diamond’un sözleriyle özetleyecek olursak: “Beşeri toplumlar ve küçük gruplar, ardışık bir dizi nedenden dolayı feci kararlar alırlar: Bir problemi önceden görememek, zuhur ettiğinde algılayamamak, algılanması sonrasında çözme teşebbüsü gösterememek ve çözme teşebbüslerinde başarılı olamamak.” Bu son husus, vurgulamaya değer. Devletler sıkıntıda olduklarını anlasalar ve problemi halletme konusunda ciddi olsalar bile başarısız olabilirler çünkü hazır ve güç yetirilebilir bir çözüm mevcut değildir.  Bahse değer ölçüde kısmetli tarihlerine bakınca,  Amerikalılar, yeterince gayret ettiğimiz takdirde her hangi bir problemin çözülebileceğini düşünmeye meyyaldirler. Bu geçmişte doğru değildi; bugün de doğru değil ve gerçek meydan okuma, ek çabanın işe yaradığı durumlar ile zarardan dönmenin daha kârlı olduğu durumların nasıl tefrik edileceğini öğrenmektir.

Kaynak: Foreign Policy

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın