Remzi Barud

Uri Avnery'nin İsrail-Türkiye arasındaki son diplomatik ve siyasi münakaşa hakkında yaptığı değerlendirme – İsrail ve Türkiye ilişkileri eski sıcaklığına kavuşmayacaksa da normale dönecektir demişti – akla yatkın ve cesur. Ama benim görüşüme göre aynı zamanda yanlış.

Basitçe söylemek gerekirse, geri dönüş yok. Ak Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat Kınıklıoğlu, “İsrail Yeni Türkiye'ye Alışmalı” (Biraz Saygı Lütfen...) başlıklı yazısında şöyle dedi: “İsrail, bölgenin kendine özgü bir durumunun neticesi olan 1990'ları özlüyor görünüyor. O günler geride kaldı ve AK Parti iktidarı sona erse bile bir daha geri gelmeyecek gibi gözüküyor.”

İşte bu değerlendirme, gerçeklerle daha tutarlı görünüyor.

Şayet son münakaşaya yol açan münferit birkaç hadise olsaydı - mesela Dünya Ekonomi Forum'unda Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres arasında geçen cesur atışma yahut Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'un İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından önceden tasarlanarak aşağılanması gibi - Uri Avnery'nin olayları iyimser bir şekilde okumasına katılmak mümkün olurdu. Ama ne ki bu olaylar münferit değil. İsrail, Amerika ve bir bütün olarak Ortadoğu'ya yönelik Türk dış politikasında açık ve galiba tersine çevirlemez bir değişimi yansıtmaktadır.

Türkiye kayda değer bir zamandan beri bir yanda müslüman ve Arap ülkelerle tarihi bağları, öte yanda Batılılaşmaya doğru durdurulamaz sürüklenişi arasında yırtılmıştı. Batılılaşma, ferdi ve toplumsal yeni Türk kimliğinin şekillenmesinde çok daha nüfuzluydu; dolayısıyla da söz konusu olan dış politikasının tezahürü ve dış politik bakışı olduğunda, durum yine böyleydi. Fakat siyasi ve iktisâdi bir oyuncu olarak Türkiye'nin önemi, çekiştirme sırasında bile, arttı. Kat'i bir egemenlik hissi olan, gurur hissi olan ve bölgesel bir güç olarak kendisini ileri sürebilecek cesarette olan bir ulus haline geldi.

Türkiye, siyasi İslamın bölge çapında yükselişe geçtiği 1970'lerde yeniden düşünmeye başladı ve çeşitli siyasetçiler ve gruplar, siyasi İslamı yeni bir düzleme taşıma fikrine tutundular. Herşeye batı gözlüğüyle bakmaya mahkum ikinci sınıf bir NATO üyesi Türkiye fikrine çullanan kişi, esasen, 1996-1997 arasında Türkiye Başbakanı olan Dr. Necmettin Erbakandı.

Erbakan'ın Refah Partisi 1980'lerin sonlarında esmeye başladı. Refah Partisi, İslami kökeni ve tutumları hususunda hiç de özürcü değildi. 1995 yılı seçimleri sonucunda iktidara tırmanması, alarm zillerinin çalmasına yol açtı zira “batı yanlısı” Türkiye, ülkenin bölgesel rolünü “NATO'nun uşağı” olarak tâyin etmiş çok katı bir senaryodan sapmaktaydı. Selam A. Selam, El Ahram'da yayınlanan son makalesinde Türkiye'nin artık o “uşak” olmadığını kaydetti. Kınıklıoğlu'na göre de “İsrail'in alışması gerektiği bir şeydi” bu.

Erbakanlı günler geçeli çok oldu belki. Ama onun mirâsı, Türk milli şuurundan asla kopmayan bir şeyleri tescilledi. Sınırları zorladı, Filistin yanlısı politikaları yürekli bir şekilde müdaafa etti, batının tâlimatlarına karşı koydu ve hatta siyaseten en önemli Arap ve müslüman ülkeleri birleştiren D-8'i kurarak ülkesini iktisâdi bakımdan yeniden konumlandırmaya çalıştı. Erbakan, “postmodern” askeri darbeyle düşürüldüğünde, Türkiye'de siyasi İslamın mülayim bir formunun bile müsamaha görmediğini ispatlayarak neticelenen kısa süreli siyasi tecrübenin sonu geldi diye düşünüldü. Ordu bir kez daha tek güçtü.

Fakat o tarihten sonra herşey değişmeye başladı. AK Parti 2002'de iktidara geldi. AK Parti liderliği değişimi amaçlayan ve hatta ülkelerinin bölgesel jeopolitik bakış açısında bir değişim amaçlayan tecrübeli ama ilkeli siyasetçilerden oluşuyordu.

AK Parti, ne Avrupa'nın kabulünü ne de Amerika'nın ruhsatını istirham etmeyen iddialı Türkiye'ye liderlik etmeye başladı. 2003 yılında Amerika'nın Irak'a karşı askeri harekâtı Türkiye topraklarından başlatmasına karşı çıkarak, demokratik temsil ve artan halk desteğiyle, güçlü bir ses edindi.

Temayül devam etti ve Türkiye son yıllarda siyasi gücünü ve maharetini eyleme tahvil etme cesaretini gösterdi, ki inşası yıllar almış siyasi ve askeri dengeleri şipşak bozmaksızın. Haliyle İsraille geçmişte yaptığı askeri anlaşmalara hürmeti sürdürdü, Suriye ve İrana başarılı olmuş pek çok teklifte bulundu. Müslümanların ve Arapların ayrılık çağında birleştirici olarak görünme iradesi sergileyerek, “ılımlılar” ve “aşırılar” kampında yer almayı reddetti. Bunun yerine, tüm komşularıyla ve Arap müttefikleriyle iyi ilişkileri idame ettirdi.

Amerika, 2007 itibariyle “Yeni Türkiye'nin” yükselişini görmeye başladı. ABD Başkanı Barack Obama'nın başkanlık töreninden kısa bir süre sonra bu ülkeyi ziyareti, Batı'nın, Türkiye'nin “özel” statüsünü dikkate aldığının pek çok işaretinden biriydi. Türkiye'ye kabadayılık edilmemeli, Türkiye tehdit edilmemeli veya ona gözdağı verilmemeliydi. Diplomasinin kaidelerine uzun zamandır kafa tutan İsrail bile Abdullah Gül sayesinde artık sınırlarının farkına varıyor. Abdullah Gül, İsrail'in Türk Büyükelçisini kavgacı bir şekilde aşağılamasından sonra “İsrail tarafından resmi bir özür gelmediği takdirde Çelikkol'un ilk uçakla Ankara'ya çağrılacağını” söyledi. İsrail tabii ki özür diledi, tevâzu ile.

Ankara'nın bu güven düzeyine erişmesi yıllar aldı ve ülke, herhangi bir kişinin uşağı olmaya hevesli değil. Dahası, Türkiye'nin Gazze lehine tek cephe olması ve metin duruşu, Lübnana, İran ve Suriye'ye yapılan tehditlere karşı açıksözlülüğü eski “sıcak” günlerin hayli geride kaldığını açıkça göstermektedir.

Türkiye, Arap ve tüm bir İslam dünyasında, davalarını müdaafa edecek güçlü ve akıllı bir liderliğe susamış kabullenici bir kitle bulacak elbette. Söylemeye gerek yok, Erdoğan Gazze'de muhasara altındaki Filistinliler için ev halkından biri, bir halk kahramanı, aslında yeni bir Nasır. Aynı hissiyatı tüm bölge paylaşıyor.


Kaynak: Palestine Chronicle


Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı