Bazılarımız İslâmcı söylemi, teklilik, yani tek boyutluluk olarak değerlendirme eğilimindedir. Şüphesiz İslâm dini, tevhid (birleme) inancıdır; ancak tevhid, tek seslilik anlamına gelmiyor.
Tevhid, bir olan Allah'ın, insandan ve kâinattan ayrı ve münezzeh (uzak) olduğunu ifade ediyor. Yani tek olan sadece Allah'tır; bunun dışındakiler çoktur.
İslâmcı söylem Allah'ın sözü değildir; bilakis belli bir zaman ve mekân içinde Müslümanların yaptığı içtihatlardır. Dolayısıyla bu söylem aynı zamanda- çeşitli ve çoktur. Müslümanların tarihi, bu çokluğun ve çeşitliliğin ifadesidir.
Bu söylemin temel düşünceleri ve fikrî esasları nelerdir? İşte bütün bunlar, aşağıdaki temel noktalar üzerinde yapacağımız okumalardan sonra ulaşacağımız hususlardır.
İslâmcı Söylemin Seviyeleri
Biz İslâmcı söylemi, şu şekilde sınıflandırma eğilimindeyiz:
1- İslâmcı söylem, sömürgeciliğin İslâm dünyasına girişiyle birlikte ortaya çıkmış olup, modernleşme ve sömürgeciliğe karşı İslâmî bir cevap olarak takdim edilmeye çalışılmıştır. Bu söylem, altmışların ortalarına kadar, hâkim söylem olmaya devam etmiştir. Kendisinden eski İslâmcı söylem olarak bahsettiğimiz şey budur.
2- Ortaya ikinci planda kalan- bir başka söylem daha çıkmıştır; ancak bu söylemin öğretileri, altmışların ortalarında, kademeli olarak açıklığa kavuşmaya başlamıştır. Kendisinden yeni İslâmcı söylem olarak bahsettiğimiz şey de budur.
Bu iki söylem arasındaki farklılık noktası, Batı modernliği karşısında benimsedikleri konumlardır. Aşağıda bu hususu açıklayacağız.
Ancak tarihsel aşama esasına göre yapılmış olan bu ikili sınıflandırmanın yanında, söylem sahiplerine göre yapılmış olan şu üçlü sınıflandırmaya işaret etmek de faydalı olacaktır:
1- Çoğunluk (yani halk) söylemi: Modernleşme, laikleşme ve küreselleşme operasyonlarının hiçbir iyilik taşımadığını fıtrî olarak hisseden, aksine bu operasyonların tahakkümü, sömürüyü ve içteki sınıfsal kutuplaşmayı daha da artırdığını gören İslâmcı çoğunluğun temel söylemidir. Yine bu çoğunluk, söz konusu operasyonların aslında, dinî ve kültürel mirası zorla ellerinden alıp, bunların yerine başka bir şey koymayan bir Batılılaştırma operasyonu olduğunu mülahaza ediyordu.
Bu çoğunluk, Allah bir çıkış kapısı açıncaya kadar (çok iyi bildikleri İslâm'a) sıkı bir şekilde yapışıp tutunmaya çalışıyor. Bunlar İslâmî birikimleriyle hareket ediyorlar; bir taraftan, değişik şekillerdeki Batılılaştırma operasyonlarına ve sömürge savaşlarına karşı kendiliğinden oluşan bir kızgınlıkla karşı koyarlarken, diğer taraftan da bireysel (bağış yapmak) ve toplumsal (cami, hastane, okul .... yaptırmak gibi) hayır işleri ile uğraşıyorlar. Bazen de bu söylem, kendisini toplumsal şiddet eylemleri ile ifade ediyor.
Bu çoğunluk söylemi, birinci derecede fakirleri kapsıyor; ancak değerler ve medeniyet mirasının önemini hisseden ve bunların kaybının her şeyin kaybı olacağını idrak eden zenginleri de içinde barındırıyor.
2- Siyasî söylem: Bu söylem, ümmeti korumak için İslâmî çalışmaya olan ihtiyacı hisseden orta kesimden bazı meslek sahiplerinin, akademisyenlerin, üniversite öğrencilerinin ve ticaretle uğraşanların söylemidir. Onlar bu hedefi gerçekleştirme yolunun, siyasî çalışma olduğunu idrak etmişler ve şiddete yönelmeden, siyasî teşkilatlanma modeliyle, gençlik teşkilatları ve eğitim müesseseleri kurma yoluna gitmişlerdir.
Siyasî söylem sahiplerinden bazıları, yönetimi güç kullanarak ele geçirmeye meyletmişlerdir. Ancak 1965 yılından sonra (ileride açıklayacağımız gibi), yasal kanallardan çalışan genel bir yönelişin olduğu gözlemleniyor. Bu söylem sahipleri, neredeyse sadece siyasî ve eğitim sahasıyla ilgileniyorlar.
3- Fikrî söylem: Bu söylem esas olarak, İslâmî hareket içindeki teorik ve fikrî alanla ilgilenir.
Bu sınıflandırma, söz konusu üç söylemin, birbirinden kopuk ve bağımsız olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin çoğunluk söylemi ile siyasî söylem iç içedir. Aynı şey siyasî ve fikrî söylemler için de geçerlidir. Her ne kadar çoğunluk söylemi, fikrî söylemden kopuk ise de, siyasî söylem aracılığı ile bu iki söylem arasında da bir ölçüde iç içe girme ve benzeşme meydana geliyor.
Ancak bu üç seviyedeki söylem arasında temelde birlik olmasına rağmen, analiz açısından her birini diğerinden bağımsız olarak değerlendirmeyi daha faydalı görüyoruz.
Bu yazı, birinci derecede, İslâmcı fikrî söylem, ikinci derecede ise siyasî söylem üzerinde yoğunlaşacaktır. Yine bu yazı, yeni söylemin bazı öğretilerini belirlemek amacıyla, eski İslâmcı söylem ile yeni İslâmcı söylemin özelliklerini birbirinden ayırmayı hedefliyor. Bütün fikrî ve siyasî hareketlerin, kendilerini geliştirebilmesi ve ileri sürdükleri tezlerde bir derinliğin olabilmesi için, zaman zaman durup kendilerini gözden geçirmeleri ve genel planlamalar yapmaları gerekir.
Batı Modernliği Karşısındaki Konum
Eski ve yeni İslâmcı söylemin özelliklerini temel noktadan, yani Batı medeniyeti karşısında benimsedikleri konumlarından başlayarak birbirinden ayırmaya çalışalım.
Çoğu zaman bu iki söylemin özelliklerini, yönelişlerini ve tezlerini, Batı medeniyeti karşısındaki konumları belirlemiştir. İlk ıslah davetçilerinin, Batı medeniyetiyle olan ilişkilerindeki aşamaların, şu anda bizim bu medeniyetle olan ilişkilerimizdeki aşamalardan farklı olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Baştan beri modern Batı medeniyetinin oluşumundaki temel model, (kuşatıcı) laiklik modeli olsa da; modern Batı insanının vicdanındaki merkezi, bu model meşgul edip, onun varlığa bakışını o şekillendirse de; modern Batı medeniyetinin kimliği, sömürgeci ve şerli bir medeniyet olarak açığa çıksa da; evet, bütün bunlara rağmen yine de o, -uygulama düzeyinde olmasa bile- düşünce düzeyinde mutlak değerlere inanmayı sürdürüyor, insana odaklı hümanist bir medeniyet olduğunu iddia ediyor ve Batı toplumları da, toplumsal ve ailevî yönden kenetlenmiş olmaya devam ediyordu.
Diğer taraftan bugün Batı toplumlarının birer özelliği haline gelmiş olumsuzlukların çoğu da henüz ortaya çıkmamıştı. Aynı şekilde (kuşatıcı) laiklik sabit bir model değil, kademeli olarak gelişmeye başlamış bir model halinde bulunuyordu.
Dolayısıyla özel hayat, laik operasyonlardan uzakta olmaya devam ediyordu. Batı insanı, kamu hayatında kuşatıcı bir laik, özel hayatında ise dindar olup, ahlâkî meziyetlere ve Hıristiyanlığın gereklerine bağlıydı. Yani Batı medeniyeti, tamamen laik ve maddeci bir medeniyet değildi; değerler (dinî ve insanî) olumlu bir rol üstleniyor ve topluma kenetlenmişlik ve hedefsellik bahşediyordu.
Bu yüzden ilk İslâmcı ıslahçılar, bu medeniyetle ilişkiye girdiklerinde, kuşatıcı anlamdaki laik bir medeniyetle ilişkiye girmiş olmuyorlardı; aksine kamu hayatının bazı alanlarındaki laikleşmesi tamamlanan, kısmî şekildeki laik bir medeniyetle ilişkiye girmişlerdi. Kuşatıcı laikliğin birbirini takip eden diğer halkaları henüz gerçekleşmemişti.
Yani bugün bizim bizzat gözlemlediğimiz, onların kitaplarında, gazetelerinde ve dergilerinde okuduğumuz ve Batı toplumlarında sabit bir model ve belirleyici bir olgu haline gelmiş olumsuzlukların pek çoğu, Batı medeniyetinin özelliğini ortaya koyan olgular değil, aksine orada burada görülen sınırlı sayıdaki olaylar durumundaydı. Dolayısıyla bunları göz ardı etmek kolaydı.
Bunlara ek olarak, modernliğe ve aydınlanmaya yönelik Batı"nın eleştirel söylemi henüz netlik kazanmamıştı. Her ne kadar modernliğe karşı bazı sesler yükselmişse de -örneğin özünde Batı modernliğinin pek çok yönüne karşı çıkan protestocu bir edebiyat akımı olan Batı Romantizmi gibi-, aynı şekilde İngiliz düşünür Edmund Burke"nin ve diğer bazı muhafazakâr düşünürlerin yazdıklarında, daha sonra gelişen Batı"nın eleştirel söyleminin ele aldığı pek çok konunun işaretleri bulunuyorsa da, yine de ister teorik, ister pratik düzeyde olsun- Batı medeniyetinin olumsuzlukları, açık ve net bir şekilde araştırma ve inceleme konusu haline gelmemişti.
Yeni İslâmcı söylemin sahiplerine gelirsek, durumun tamamen farklı olduğunu görürüz. Çoğunun fikrî oluşumu ellili yıllarda şekillenmiş ve Batı medeniyetiyle altmışlarda ilişkiye girmişlerdir. Batı medeniyeti o dönemde kriz aşamasına girmişti. Pek çok Batılı düşünür, krizin boyutlarını ve Batı modernliğinin nasıl bir çıkmaz sokağa girdiğini idrak etmişti.
Yeni İslâmcı söylemin sahipleri, baştan beri, modern Batı medeniyetinin karanlık yönlerini biliyordu. Bu medeniyet, iki kez, bütün dünyayı mücadelenin ve savaşın içine sürüklediği için dünya savaşları olarak nitelenen Batı savaşlarına sokmuştu. Yine bu medeniyet herkesi, yok edici bir silah üretimi yarışına sokmuştur. Böylece herkes bu medeniyetin, (Roger Garaudy'nin ifadesiyle) dünyayı defnetmeye yetecek bir kabir inşa etmeye güç yetireceğini anlamıştı.
Irkçı ve merkezî devlet güçlenmiş, güvenlik ve eğitim organları sayesinde, herkese ulaşmayı ve onları tahakkümü altına almayı başarmıştı. Basın, insanların özel hayatına girip, onları istediği gibi şekillendirmedeki etkisini artırmıştı. Zevkler ve arzular, insanları iyice tahakkümü altına almış ve bu durum her şeyi mübah gören anlayışın (ibahiye) yaygınlaşmasına yol açmıştı. Boşanmalar da daha önce hiç görülmemiş oranda artmıştı.
Anlam krizi, bilgi krizi ve çevre krizi ortaya çıkmıştı. Artık geçmişte olduğu gibi liberal ekonomi başarılı da kabul edilmiyordu. Sosyalizm, ölçü olma özelliğini kaybetmişti. Diğer taraftan Faşizm, Nazizm, Siyonizm ve Masonluk gibi insana düşman fikrî yönelişler ortaya çıkmıştı. Bu yönelişler, modernite sonrası düşüncede zirve noktalarına ulaştılar.
Altmışlı yılların ortalarında, Batı"nın eleştirel söylemi netleşti ve Frankfurt okulunun çalışmaları insanlar arasında elden ele dolaşmayla başladı. Yine Batı'da Aydınlanma Dönemi düşüncesini eleştiren pek çok çalışma yayınlandı.
Marcuse, Batı medeniyetinin ve tek boyutlu insanın (one dimensional man) şekillendirilmesinden bahsederken, Batı medeniyetinin özünde, -sosyalizm ve kapitalizm şeklinde geleneksel olarak yapılan ikili medeniyet sınıflandırmasını aşan- yapısal bir bozukluk olduğunu açıklıyor.
Çok sayıda araştırmacı tarihçi, Asya ve Afrika halklarına karşı işlenen suçları ve onlara karşı girişilen sömürü ve yağmanın boyutlarını açıklamak için, Batı medeniyetinin tarihini yazma yoluna gitmiştir. Bu şekilde eleştiri oklarını kalkınma teorilerine çeviren çok sayıda çalışma da ortaya çıkmıştır. Bu konuda yeni solcu hareketin önemli bir payı vardır.
Bu yüzden, -ister uygulama, ister düşünce düzeyinde olsun- yirminci yüzyılın ortalarında, Batı medeniyetini inceleyen yeni İslâmcı söylem sahiplerinin, bu medeniyetin olumsuzluklarını öğrenmeleri zor olmamıştır. Yine bu söylem sahiplerinin, ilk kuşak mensuplarının çoğundan farklı olarak, Batı medeniyetine karşı safça bir hayranlık duyma durumları da olmamıştır. Çünkü onların tanıdığı ve tecrübe ettiği Batı medeniyeti, öncü kuşağın tanıdığı, araştırdığı ve tecrübe ettiği Batı medeniyetinden pek çok yönden farklıydı. İki tecrübe birbirine son derece uzaktı.
İslâmcı Söylemin Batı Modernliğinin Meydan Okuyuşuna Cevabı
Her iki kuşağın da eski ve yeni söylem sahiplerinin- düşünce örgüsünü, sanıldığı gibi İslâm'ın öğretilerinden hareketle oluşturmadığını vurgulamamız gerekiyor. Aksine bu örgü, Batı medeniyetiyle ilişkiye girmiş olmalarının bir sonucudur ve bu da son derece doğaldır.
Batı medeniyeti, hâkimiyetini bütün dünyaya dayatmış bir medeniyettir. Kazandığı askerî zaferlerle merkezi konuma gelmiştir. Bütün toplumlara kendi görüşlerini sunmuş ve kendisini bütün insanlığın geleceği olarak dayatmıştır. Herkesi isteyerek veya istemeyerek- cevap vermek zorunda bırakan bir meydan okuyuşla ortaya çıkmıştır.
Meydan okumanın çeşidine ve keskinliğine göre, cevap da farklılaşır. İlk ıslahçılar, Batı medeniyetinde çok sayıda olumlu yön buldular; hatta neredeyse bu medeniyet karşısında hayranlıktan şaşırıp kaldılar. Üstad Muhammed Abduh'un, şu meşhur cümlesinde ifade ettiği şey budur: Orada İslâmsız Müslümanlar; burada ise Müslümansız İslâm gördüm.
Bundan dolayı ilk kuşağın, Batı'nın meydan okuyuşuna verdiği cevap şu noktaya odaklanıyordu: Batı"ya nasıl katılabiliriz? Kendi değerlerimizi ve bir ölçüde de kimliğimizi koruyarak, Batı medeniyetinin bu göz kamaştırıcı birikimlerini kendi medeniyetimize nasıl aktarabiliriz?
Eğer Üstad Muhammed Abduh'un, Batı medeniyeti hakkındaki deneyimi, bizimkiyle aynı olsaydı, şüphesiz yukarıdaki cümlesini söylemekte ve ileri sürdüğü ıslah projesini teklif etmekte çok tereddüt ederdi.
Ancak ortada, ulaşmak istediğim noktayı açıklayan tarihi bir olgu vardır: Batı medeniyetine olan hayranlığı herkes tarafından bilinen Üstad Rifaa Tahtavî 1930 yılında Paris'te bulunuyordu. Aynı yıl Fransız kuvvetleri, top atışlarıyla Cezayir kentlerinde taş taş üstünde bırakmazken, Üstad Rifaa Tahtavî ise etrafında gözleri kamaştıran parlak bir ışıktan başka bir şey görmüyor ve diğer bütün sesleri bastıran uygarlık söylemlerinden başka hiçbir şey işitmiyordu.
Oysa Cezayir'deki mütevazi şehirlerinde ikamet eden üstatlar ise, top namlularından çıkan alevlerden başka bir şey görmüyor ve sağır edici bomba seslerinden gayrı bir şey duymuyorlardı. Tarih kitaplarının birinde şu anekdot aktarılıyor: Cezayirli alimlerden birine, Fransız güçlerinin, Cezayir'e sadece ve sadece modern Batı medeniyetini yaymak için geldikleri söylendi. Cezayirli âlim ise hiç düşünmeden şu ibretli ve şaşırtıcı cevabı verdi: O halde bu kadar barutu niçin getirdiler?
Biz de tıpkı bu Cezayirli âlim gibi, barut kokusu kokladık, silahların namlularından çıkan alevlere şahit olduk, bombaların sağır edici seslerini duyduk ve atlarının (tanklarının) her şeyi çiğnediğini gördük. Sonra silahların şaşırtıcı bir şekilde gelişerek füzelerin, kimyasal ve nükleer bombaların yapıldığına tanık olduk. Batı hükümetlerinin (sonra doğu, güney ve kuzey hükümetlerinin de) bütçelerinin çok önemli bir kısmını bu silahları üretmek için ayırdıklarını gördük. Öyle ki modern dünyamızda silah sanayi en önemli sanayi kollarından biri haline geldi.
Eğer Üstad Rifaa ve Üstad Abduh da, Cezayirli Üstadlar ve bizim gibi barut kokusunu koklamış olsalardı, şüphesiz İslâmsız Müslümanlardan bahsetmezlerdi.
Ama madem ki barut kokusu gizli kalıyor ve Batı medeniyetinin ışığı gözleri kamaştırıyordu, bu durumda eski söylem sahiplerinden pek çoğu için mesele, Batı modernliği ile nasıl anlaşma sağlanacağı; ona katılmanın nasıl olacağı; onunla nasıl şekillenileceği; ve İslâm ile modernliğin arasının nasıl bulunacağı oluyordu.
Muhammed Abduh'un altmışların ortasına kadar revaçta olan projesinin özü buydu ve bizim de eski İslâmcı söylem olarak nitelediğimiz söylem budur.
İşte böylece İslâmcı düşünce, yirminci yüzyılın başından itibaren üçüncü dünya ülkelerinde revaç bulan genel düşüncenin bir parçası haline geldi. Bu düşünce çerçevesinde herkes, gücünün son sınırına kadar Batı"ya katılmak için gayret ediyor ve onun zemininde, onunla rekabete giriyordu.
Ülkelerimizdeki liberaller, tatlısı ve acısıyla, modern Batı'nın her şeyini benimseyip kabul etmemizi söylediler. Marksistler bir ölçüde buna karşı çıkıp, Batı modernliğine Marksizm'in kapılarından girebileceğimizi ileri sürdüler ve sosyal adaleti savundular. İslâmcılar ise, Batı modernliğini benimsemenin mümkün olacağını ve İslâm ile bir araya getirilebileceğini tasavvur ettiler.
Ancak hepsi de yönelişlerinin ve meşreplerinin farklılığına rağmen- Batı'yı, kuşatıcı ve sessiz bir referans haline getirdiler (Arap ve İslâm âlemindeki -laik ve dinî- çoğu ideolojinin arkasındaki gizli görüş budur).
Doğal olarak İslâmcılık gerilemiş, boyutları daralmış, evrensel bir görüş olarak kuşatıcılığını kaybetmiş ve hayatın bütün alanlarına ilişkin İslâmî tasavvurlar teklif etmek yerine, mesele sadece modernliğin bazı yönlerini düzeltmek haline gelmiştir. Bu düzeltme de çoğu zaman, bir şey eklemeden ve ortaya yeni bir şey koymadan, Batı medeniyetindeki haram olan şeyleri izale etmek ve helal olanları da vurgulamak şeklinde yürümüştür. Veya Batı medeniyetinde olan şeylerin İslâm'daki karşılığını aramak şeklinde ortaya çıkmıştır (İslâm'ın kendine özgülüğünün özünü teşkil eden diğer yönlerin arka planda kalmasının açıklaması da budur).
Yeni İslâmcılık söyleminin sahipleri, Batı modernliğine karşı aynı hayranlığı hissetmezler. Bu yüzden onların söylemlerinin, Batı modernliğine yöneltilmiş köklü eleştirilerden kaynaklandığını görüyoruz. Bu anlamda onlar, günümüzde üçüncü dünya ülkelerindeki ve Batı'daki düşünürlerin ve siyasi hareketlerin çoğundan farklı değillerdir.
Marksizm, modernliğe yöneltilmiş eleştiri şekillerinden biridir ve bu eleştiride derinleşmiş Frankfurt okulundan doğmuştur. Yine yukarıda söylediğimiz gibi- Romantizm akımı, Batı modernliğine karşı bir protestodur.
Ancak modern edebiyatın protestosu, çok daha derin ve köklüdür. Bu akım eşyalaşmış bir modern dünya tasvir eder. Bu dünyada insan bir eşyaya dönüşür, eşyalar anlamını kaybeder ve nedensellik halkası tamamen kırılır. Boş ve saçma işlerle uğraşmak da, Batı protestolarının bir parçasını teşkil ediyor.
Sonunda bu fikrî yönelişe sağlanan bir halk yardımı olarak, dinî radikallik ortaya çıktı. Üçüncü dünya ülkelerinde, özü itibariyle milliyetçi düşüncenin, Batı kapılarının dışında ve kendi özelliğini kaybetmeden modern dünyaya girme çabası olduğunu görüyoruz. Yani ortada, Batı modernliğinin, insandan kendi özelliğini çıkarıp aldığı ve onu, insani içerikten soyutladığı yönünde bir farkındalık vardır.
Yeni İslâmcılık söylemi, bu büyük uluslararası akımın bir parçası olup, hiçbir şekilde bize özgü değildir. Batı modernliği krizini hissetmek, dünyanın değişik yerlerinde farklı şekiller alırken, İslâm dünyasında da İslâmî bir şekil almıştır.
Ancak bununla birlikte, modernliğe yöneltilmiş İslâmcı eleştirinin, dünyadaki diğer eleştirilerden farklı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü İslâmcı eleştiri, Batı modernliği ile Batı sömürgeciliği arasındaki bağlantının farkına varmış ve birinin diğerinden ayrılmayacağını idrak etmiştir. (Sonuçta bizim modernlikle birlikte yaşadığımız ilk deneyim sömürgecilik, sonuncusu da yine Siyonist vatanlaştırma sömürgeciliğidir).
Aynı şekilde modernliğin İslâmcı eleştirisi, iyimser (ümitvar) bir eleştiridir; çünkü çözüm öneriyor. Modernliğe yönelik Batı eleştirisi ise yokluktan bahseden kötümser ve karamsar bir eleştiridir.
Yeni İslâmcı Söylemin Özellikleri
Yeni İslâmcı söylemin temel hareket noktası Batı modernliği karşısında benimsediği konum olup, diğer bütün özellikler, bu ana noktadan doğuyor. Bu özellikleri ise iki gün sonraki makalemizde yayımlayacağız.
Tercüme: Halil Kendir