Modernlik, Vakıa ile ilişkilerde, yegâne ölçüler olarak bilimi, teknolojiyi ve aklı esas almaktır şeklinde tanımlanıyor. Bu tarif insanî ve bilgisel, (bütünsel ve nihâi) boyutu göz ardı ediyor. Tanımdaki bu eksikliği gidermek için, değerlerden kopuk ibaresini de ekleyerek modernliği şu şekilde tarif ediyoruz: Vakıa ile ilişkilerde, yegâne ölçüler olarak değerlerden kopuk bilimi, teknolojiyi ve aklı esas almaktır
Bu yüzden Batı"nın siyasî söyleminde süreç ahlâkı (ethics of process) diye isimlendirilen bir kavram ortaya çıktı. Bu kavramın hareket noktası şudur: Ahlâk, insanların ayrılmaz bir parçası olan şahsi arzularını ve çıkarlarını aşan ahlâkî ilkeler bütünü değildir; aksine ahlâk, herhangi bir toplumun üyelerinin, üzerinde görüş birliğine vardığı uygulamalar bütünüdür.
Dolayısıyla ahlâki hükmün uygulamaları ve bunun metodu, sabit olan ve üzerinde görüş birliğine varılmış tek şey haline geliyor; yoksa üzerinde yoğunlaşılan (ahlâkî) esas değil.
Onun için bu tariften hareketle, bu uygulamalarla oyalanmaktan daha önemli bir şey olmadığı sonucuna varılır. Toplumla, sabit insanî ve ahlâkî değerlerle ilgili nihâi hedefler meselesi ise, üzerinde görüşülüp anlaşmaya varmayı gerektiren bir şeydir.
Bu yüzden Batılı bir bilim adamı modernliği son derece kısa bir bilinçlendirilmeden sonra, insanın değerlerinden vazgeçebilme gücü olarak tarif etmiştir.
Ancak benim tasavvuruma göre süreç ahlâkı kavramının bizzat kendisi, içinde öze ilişkin çelişkileri barındıran garip bir kavramdır. Tıpkı şu sözlerdeki çelişki ve gariplikler gibi: Doymanın açlığı veya suya kanmanın susuzluğu. Çünkü ahlâk, en düşük sınırdan, sabitlik ve günlük realiteden ayrı olmak özelliklerine sahiptir. Eğer ahlâk, sürecin veya günlük realitenin ayrılmaz bir parçası olsaydı, bu sürece ilişkin ahlâkî hükümler çıkarmamız çok zor hatta imkânsız- olurdu.
Sonuçta süreç ahlâkı, vakıaya (reel olana) teslim olma anlamına geliyor. Veya bunun tamamen tersini, yani kişisel iradeyi ve şahsi arzuları, vakıaya dayatmayı ifade ediyor. Çünkü kişisel iradeyi ve şahsi arzuları aşıp, onları sınırlandıracak ve vakıanın muhakemesini yapacak bir değerler manzumesi yoktur.
Süreç ahlâkının kaynağı laik İtalyan filozof Machiavelli"dir (1469-1527). Machiavelli olan hayat ile olması gereken hayat arasında çok büyük fark vardır inancından hareket ediyor ve sonra da bütün açıklığıyla yönetim anlayışını belirliyor: Mevcut ve yürürlükte olanı teyit edip, olması gerekeni hiçbir şekilde önemsememek.
Bu yüzden Machiavelli şöyle diyor: İyilik yapan birine, yaptığı bu iyilik, vebal (kötü akıbet ve yük) olarak geri dönecektir ve onun için bir tehlike kaynağı olacaktır. Oysa kötülüğe tâbi olup, bunun araçlarını çok iyi şekilde kullananlar ise başarıya ulaşanlardan olacaktır.
Böylece Machiavelli, toplum için insanî veya ahlâkî hedefi geçersiz kılıyor ve bunun yerine nihâi hedefi, her kurumun, cemaatin veya devletin, kendi isteklerine ve çıkarlarına göre belirleyeceği bir mesele haline getiriyor. Bu noktada ideal olarak gördüğü bazı şahsiyetleri zikrediyor ve kan dökücü bu şahsiyetler hakkında şöyle diyor: Stratejist kimselerdi ve bu yüzden erdemli kişiler değillerdi. (Bu anlayışta siyasetin ve ahlâkın birbirinden ayrı ve kopuk olduğuna dikkat edelim. Tıpkı ilim ve ahlâkın, teknoloji ve ahlâkın, toplum ve ahlâkın, birey ve ahlâkın birbirinden ayrı ve kopuk olduğu gibi. İşte her şeyi bir kullanım maddesine çevirmek için bütün olgulardan kutsallığı çekip alan yeni laik medeniyetin özü budur).
Machiavelli, Şiddet uygulamalarının metodunu, ideal olarak gördüğü kişilerin tarihini inceleyerek tespit etmeye çalışıyor ve ulaştığı sonucu şu şekilde özetliyor: Bütün bunların tek bir seferde gerçekleştirilmesi gerekir.
Machiavelli, ahlâk (insanî hedefler ve sabitler) diliyle değil, taktik (süreç veya uygulamalar) diliyle konuşuyor. Çünkü şiddet uygulamalarını ortadan kaldırmak veya hafifletmek imkânı söz konusu değildir.
Machiavelli"nin ahlâkiyatı (Makyavelist ahlâkiyat), bizzat kendisinin açıkladığı gibi, geleneksel Hıristiyanlık ahlâkiyatıyla çelişiyor: Korku sevgiden iyidir. Tilkileri ve aslanları taklit et. Olduğundan farklı görünmekten ve yalan söylemekten geri durma. Kötülükleri yapmaktan çekinme. İşte gerçekçilik sıfatları listesi bu şekilde uzayıp gidiyor. Ve bir insanın bu sıfatlara sahip olması, onun gerçekçi (realist), bilimsel ve objektif olduğunun delili sayılıyor.
Machiavelli Hıristiyanlık ahlâkiyatından soyutlanıp, pagan ahlâkiyatı için yeni bir şekil yaratmakla niteleniyor. Bu yeni şekil, bir ahlâk sistemi olup, bu âlemin hükümranlığı ile öteki âlemin hükümranlığını birbirinden ayırıyor. Hatta Machiavelli hoşgörüyü ve tevazuluğu teşvik eden Hıristiyan ahlâkiyatının, devlet için kargaşalığa ve çalkantılara sebep olacağını düşünüyor. Çünkü istenen şey, gücü, iktidarı, bağımsızlığı ve hırsı yücelten bir ahlâktır. (Dolayısıyla Nietzsche"nin, Machiavelli"nin çekilmiş bir kılıcı olduğunu söylemek mümkündür).
Machiavelli devleti, diğer bütün mutlakları atlayıp geçen mutlak ahlâki değere dönüştürmüştür. Bu yüzden devletin ahlâki değerlere boyun eğmesi değil, ahlâkın devletin çıkarlarına göre şekillenmesi son derece mantıklıdır. Din ile devletin birbirinden ayrılması düşüncesinin özü budur.
Bizler yüksek siyasetten veya devletin yüksek çıkarlarından konuşurken, gerçekte devlete, kendisine hiçbir şüphenin bulaşmadığı mutlak bir olgu olarak bakmış ve yeni bir din inancına göre tasarrufta bulunmuş oluyoruz. Bu din siyasi vesayet dini olup, onda devlete, süreç ahlâkına ve icraatlara iman edilir. Bunun ise, bildiğimiz gibi, ahlâk ile hiçbir ilişkisi yoktur.
Machiavelli modern anlamıyla devlet kelimesini ilk kullanan kişidir. Yani hükümetlerin değişmesine rağmen varlığına devam eden; nihâi meşruiyet kaynağı ilâhi irade veya halk iradesi değil, kuvvet olan laik-bölgesel iktidar (yönetim) anlamındaki devletin.
Machiavelli bize, devletin yaptıklarını ahlâki oldukları değerlendirmesiyle kabul etmemeyi öğretti. Aynı şekilde bize, siyasete, ahlâk ile ilgisi olmayan bilimsel çalışmalar gözüyle bakmayı da öğretti.
Galile yıldızlara, olması gerekeni değil, olanı araştırmak için baktığı gibi, Machiavelli de insan toplumuna, bir satranç karşılaşması gözüyle bakmıştır. Modern siyaset kavramında, karşılaşma (müsabaka) görüntüsü, siyasetin temel görüntüsü haline geldi.
Machiavelli felsefesi, neredeyse kesin bir şekilde, süreç ahlâkını hakim kıldı. Çünkü siyaset, ahlâktan bağımsız laik faaliyetler olduğundan, kurallar, stratejiler ve icraatlar (belki de bütün ahlâki içeriklerin yokluğu sebebiyle) son derece önemli hale geliyor.
Eğer Machiavelli süreç ahlâkını bilseydi, şüphesiz onu da inkar ederdi. Amaç aracı meşru kılar sözünün sahibi odur. Devletin yüksek çıkarlarını her şeyin üzerinde gören de yine odur. Ancak bütünsel görüşü, bahsettiğimiz bu süreç ahlâkının ortaya çıkmasına yol açıyor.
İngiliz laik filozof Thomas Hobbes (1588-1679) orta tabakada, Machiavelli"nin devlet için gerçekleştirdiğinin aynısını gerçekleştirmiştir. Hobbes de tıpkı Machiavelli gibi, maddi anlamda realist biriydi. Teorisini sevgi, dostluk ve toplumsal kenetlenmişlik gibi değerler üzerine değil, mevcut maddî gerçekler üzerine bina etti. Yine tıpkı Machiavelli gibi, insanlara neye itaat edilmesi ve niçin itaat edilmesi gerektiğini açıklamak için, gelişmekte olan laik iktidarın meşruiyet kaynağını araştırdı.
Hobbes tabii ve reel olanı belirlemeye koyuldu, toplumu inceledi ve pazar toplumunun rekabetsel mücadelelerden oluşan bir orman olduğunu; toplum yerine, alım-satım anlaşmalarından başka bir şeyin olmadığı görüşüne ulaştı. Yine temel içgüdülere sahip hayvanlardan başka bir şey olmadığını düşündü. İnsan, insanın kurdudur ve toplum, herkesin herkese karşı savaştığı bir savaş alanıdır.
Hobbes"e ve ondan sonra gelen faydacı filozoflara- göre insanlar esasen, herhangi bir davranışta bulunmadan önce, mümkün olan elem miktarının, mümkün olan maddi faydadan çıkarıldığı araçlardır. Bu tasavvura göre, insanın davranışlarını, başka her hangi bir modelden çok, bu araç modeli açıklıyor.
Davranışlarımızın arkasındaki etken, her hangi bir ölçüde, dostlarımıza ve yoldaşlarımıza olan sevgi değil, kendimizi olan sevgimizdir (egoistliğimizdir). Her insan, son sınıra kadar, servetini, iktidarını ve nüfuzunu artırmak ister. Değerler, ahlâk ve ahlâkiyat, bu arzuların tatmin edilmesi çerçevesi dışında hiçbir anlam ifade etmezler. İşte, değerin yerini pahanın (fiyatın) aldığı orman budur. Bu yüzden karşılaşmanın kuralları ve bu kuralları uygulayacak iktidar üzerinde ittifak edilmesi şarttır.
Bir kez daha süreç ahlâkına ulaşıyoruz. Çünkü biz, Hobbes"in, icraatların devamının ve selametinin garantisi olarak mutlak devlette ısrar etmesini geçersiz kılıyoruz; bununla birlikte icraatların önemini alıyor ve onu her şey haline getiriyoruz. Çünkü mutlak ahlâki değer geçersiz olmuştur.
İngiliz filozof John Locke (1632-1704) sosyalist düşünürlerin de ortaya attığı- temel bir problemi çözmeye çalışmıştır. Söz konusu problem, mutlak devletin, icraatların selametini garanti etmesinin mümkün olmayacağı meselesidir. Çünkü pazar toplumu, tabakalar arasında farklılıkların ortaya çıkmasına yol açıyor.
Amerikan tarihçi Kevin Reilly, bu çalışmada esas aldığımız Batı ve Dünya (The West and The World) isimli kitabında, Locke"nin bu problemi çözemediği ve buna ilişkin herhangi bir cevap ortaya koyamadığı görüşünü benimsiyor. O, bu konuda, Avrupa"nın on sekizinci yüzyılda dışladığı, mekanik (burjuvazi) maddeci felsefelerin söylemlerini teslim eden çok sayıdaki sosyaliste benziyor. Onlar, sosyal adalet konusundaki felsefe ile belki de her maddi felsefedeki gizli yokluğu idrak etmeksizin- o söylemleri tamamlıyorlar. Çünkü bu felsefeler, değer fikrinin kendisinin ve insanın kâinattaki merkeziliğinin inkârı üzerine kuruludur.
Dolayısıyla Reilly"nin itirazının, süreç ahlâkının bizzat kendisi üzerine değil, bilakis onun özelliklerinden biri üzerine bina edildiğini görüyoruz. Bu özellik, süreç ahlâkının herkesi korumaya yetecek şekilde açılamamasıdır. Bu yüzden Reilly, göreceli ahlâkiyatın yücelmeye başladığı ve yine süreç siyasetinin ve icraatlarının -yegâne hedefin icraatlara tutunmak haline geldiği- hedefler siyasetinin yerini almaya başladığı, Batı toplumunun genel yönelişini tamamen kabul ediyor.
Reilly aynı şekilde, yeni siyasetin, gizli mecazi suretini de kabul ediyor ki, bu, pazardır. Ancak o, adil bir pazar, yani kelimenin tam manasıyla bir pazar görmeyi istiyor. Böylece o, Batılı sosyalist düşüncenin, burjuvazi düşüncenin (düzeltildikten sonra mekanik maddi düşüncenin) yegâne mantıklı uzantısı olduğunu düşünüyor; yoksa tam bir inkılabı değil. Onun ifadesiyle; Sosyalistlerin bütün istediği, siyasi işleyişin, daha adaletli yürümesine izin verilmesidir. Bu yüzden hücumları, orta tabakanın devriminin meşruiyet kaynaklarında gizliydi.
Bahsettiğimiz bu süreç ahlâkının ve icraatların oluşumu, modern Batı medeniyetinin temel taşlarından biridir. Pek çok toplumbilimci ve ekonomist, modernleştirme operasyonlarının gerçekleştirilmesi için, süreç ahlâkiyatını bir zaruret, hatta olmazsa olmaz bir gereklilik olarak görüyor.
Batı medeniyeti içinde, modernleştirme operasyonlarının, süreç ahlâkı ile ayrılmaz bir birliktelik içinde olduğu bilinen bir şeydir. Ancak genel insanlık tarihi deneyimi, ikisi arasındaki birlikteliğin, kaçınılmaz olmadığını açıklıyor. Çünkü güçlü bir Katolik devleti, dinî ve insanî değerleri fedâ etmeksizin, en mükemmel şekilde bir sanayileşmeyi gerçekleştirme imkanına sahipti.
Onlarca kavmi kapsayan ve dünyanın en güçlü devletlerinden biri olan geçmişteki Sovyetler Birliği"nde de güçlü merkezî devlet, sanayileşme ve modernleşme operasyonunu gerçekleştirdi. Bu operasyon, Marksizm/Leninizm olarak isimlendirilen ve prolaterya veya tarihin ruhu adındaki kendi mutlağına sahip olan yarı dinî bir çerçevede gerçekleştirildi.
Eğer Moğollar Bağdat"ı düşürmeselerdi veya Batılı devletler Osmanlı hilafetine ve sonra da Mehmet Ali"ye karşı entrikalar çevirmeselerdi, merkezî İslâm devleti de, dinî-insanî değerlerden zorunlu olarak soyutlanmadan çok büyük bir sanayileşme operasyonunu finanse edebilirdi.
Hatta Batı"daki sermaye birikimi olarak isimlendirilen gerçek yükselişin de süreç ahlâkiyatı sırasında gerçekleşmediğini söylemek mümkündür. Bilakis bu yükseliş Avrupa"daki mutlak krallıklar döneminde ve sonra da emperyalizmin teşkili sırasında gerçekleşmiştir. Amerika Birleşik Devletleri"nde ise bu yükseliş, kızıl derililerin yok edilmesi ve sonra da milyonlarca Afrikalı siyahın Amerika"ya nakledilip birer kullanım maddesine dönüştürülmesi suretiyle elde edilen ucuz işçilik sayesinde gerçekleştirildi.
Bu yüzden bazılarının seslendirmiş olduğu, Batı medeniyeti ya bir bütün olarak alınmalı ya da bir bütün olarak terk edilmeli ve Batı"da geliştiği gibi, modern çağın gerekleriyle uyuşması için Arap insanının yeniden şekillendirilmesi şarttır sözü, bilimsel değildir. Çünkü bu, özel olanının, genelleştirilmesi gayretidir.
Arap insanının yeniden şekillendirilmesi şarttır ve yeniden şekillendirmeler, daha önceden birçok kereler yaşandı: Cahiliyeden çıkıp İslâm"a girdiklerinde; Arap yarımadasından çıkıp, başka medeniyetlerle ve onların meydan okumalarıyla karşılaştıklarında. Ancak önemli olan, Arap ve Müslüman insanın yeniden şekillendirilmesini, insanlığımızı ve Araplığımızı korumayı garanti edecek ve insanî, ahlâkî ve dinî mirasımızla çelişmeyecek bir çerçeve içinde gerçekleştirmektir. Çünkü insanlığımız Araplığımıza yapışıktır ve birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir.
Modern çağa girmek veya bilim ve teknolojiyi içselleştirmek için, kendimizi yeniden şekillendirirken, Batı"daki medeniyet felaketini; icraatlar ve süreç ahlâkiyatını; değerlerden kopuk bilim, teknoloji ve aklı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Türkçesi: Halil KENDİR