Mecâzî tasvirler, sadece sözü süslemenin birer aracı değildir; bilakis bu tasvirler birer idrak vesilesi olup, bunlar olmaksızın kişinin içinde bulunduğu vakıayı anlaması mümkün olmaz. Hatta kişi, içinde gizli olanları da ancak bunlar aracılığı ile ifade edebilir. Dolayısıyla mecâzî tasvirler, bilgi modelleri, idrak modelleri ve varlık görüşüyle tamamen irtibatlı olduğu gibi, aynı zamanda onları ifade etmenin de en iyi aracıdır.

 

Yazılı veya sözlü her metnin içinde, üzerinde yoğunlaşılan temel bir noktaya dayanan gizli bir model bulunur ve genellikle kişi bunu ifade etmek için –bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde- mecâzî tasvir yoluna başvurur.

 

Soyut idrak modelleri, mecâzî tasvirler aracılığı ile, somut ve doğrudan bir şekilde açığa çıkar ve böylece nihâi referansı netlik kazanır. Oysa eğer bu tasvirler olmasaydı, belki de bu modelin tabiatını ve yapısını idrak etmek mümkün olmayacaktı.

 

Dile getirdiğimiz bu soyut düşüncelerin, zihinlerimizde açık ve somut bir şekle dönüşmesi için, edebî, siyasî, tarihî ve dinî metinler üzerinde, mecâzî tasvir yoluyla, metin tahlili metodunu uyguladım.

 

Dinî bir metinle başlayalım. Kur"an-ı Kerim, Yücel Allah"ı “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur…” (Şûrâ suresi: 11) diye niteliyor. Yani Yüce Allah"ın varlığının hakikatini idrak etmemize yardımcı olacak doğrudan bir dil bulunmuyor.

 

Ancak bununla birlikte Kur"an-ı Kerim, kompleks mecâzî tasvir yoluyla, Allah kavramını, yetersiz insan aklına aktarıyor: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir…” (Nur suresi: 35). Bu mütevazi mecâzî tasvirin, yetersiz insan aklına verdiği sonsuz fikre bir bakın!

 

Kur"an bu mecâzî tasvirden hareket ediyor ve sonra onu daha da yoğunlaştırıyor: “O lamba kristal bir cam içindedir; o cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır ki…” (Nur suresi: 35).

 

Böylece, sınırlar dünyasındaki bu mütevazi mecâzî tasvirden çıkıp, neredeyse sonsuz ve sınırsız bir başka tasvire geçiyoruz. İnsan aklı, inciden bir yıldıza baktığında bir korku duyuyor. Ancak bu korku, bir yaratılmış karşısında duyulan korku olmaya devam ediyor. Bununla birlikte o, insanın, yaratıcı karşısında duyması gereken korkuya dikkat çekmeye de uygun oluyor. Bunu sağlayan ise, mecâzî tasvirdir. Çünkü sonsuz olan sadece Allah"tır.

 

Sonsuzluk ve sınırsızlık fikrinin verilmesinden ve bununla istenen ilhamın yapılmasından sonra yeniden alışkın olduğumuz âleme dönüyoruz: “(O lamba kristal bir cam içindedir; o cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır ki) doğuya da, batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) misaller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nur suresi: 35). İlâhi nur aleminde olmaya devam ediyoruz; ancak lambadan yıldıza, sonra lambanın tutuşmasına, yağını aldığı mübarek zeytin ağacına ve bu yağın, ateşle tutuşturulmasa bile neredeyse ışık verdiği tasvirlerine geçiyoruz.

 

Böylece mecâzî tasvirin, kendisine ilave edilen yeni boyutlarla yoğunluğu artıyor. Ancak ayetin sonuna geldiğimizde, biraz anlar gibi olsak da, İlâhi Zât"ı tam olarak idrak ettiğimizi iddia etmemiz mümkün değildir. Çünkü O"nun benzeri hiçbir şey yoktur.

 

Daha önce belirttiğimiz gibi, ortada varlık hakkında kâmil bir görüş vardır ve bu görüş mecâzî tasvir yoluyla ifade edilir. Örneğin maddeci düşünce, insan ve insanın ortaya koyduğu bütün medenî sonuçlar da içinde olmak üzere, her şeyi maddeye ve maddî kanunlara indirgiyor. Fransız bir aydınlanmacı düşünür şöyle diyor: “Beyin tıpkı midenin hazmettiği gibi düşünür.” Buradaki temel mecâzî tasvir şudur: Âlem, maddeden bir köprü gibidir; akıl, mide gibidir; dolayısıyla insanın düşünmesi, basit bir kimyevî işlem gibi olup, düşünme işlemi ile hazmetme işlemi arasında (yani düşünce ile madde ve beden ile ruh arasında) öze ilişkin bir fark yoktur.

 

Thomas Hobbes ise insanın tabiat halinin, herkesin herkese karşı savaştığı bir hâl olduğunu söylüyor. İnsanın tabiat hali, tanrının kâinattan çekilmesinden sonraki haldir. İnsanlar, fırsatını bulduklarında, diğer insanları bir lokmada yutacak kurtlar gibidir.

 

Hobbes devleti nitelemek için de bir başka mecâzî tasvir –Ejderha (Leviathan) tasvirini- kullanıyor.

 

İnsanlar, içlerindeki iyilik fıtratı sebebiyle değil, aşırı korkularından ve yaşama devam etme sevgilerinden dolayı toplumsal sözleşme yapmışlardır. Böylece ejderha devlet bütün haşmetiyle onlara hakim olsun ve bu sayede, az da olsa güvenliği sağlasınlar ve kurtlar birbirini yemesin.

 

Batılı filozofların ve düşünürlerin kullanmış oldukları mecâzî tasvirlerin kendi içindeki gelişimleri ve çeşitliliği, maddeci çerçevedeki Batılı varlık görüşünün gelişimini de açıklıyor. Spinoza ve Newton, tamamen aletsel bir âlem sunmuşlardır. Bu âlemde insan, aletsel hareket içinde bir yer işgal eder. Spinoza insanı, bir el tarafından kuvvetlice fırlatılan bir taşa benzetiyor. Zavallı taş, bu fırlatmanın etkisiyle çaresiz bir şekilde havada dönerken, tamamen kendi iradesiyle hareket ettiğini sanıyor.

 

Sonra Newton, insanda dâhil olmak üzere bütün âlemi, hassas bir alet ile mukayese etmiştir: Yani hiçbir ilâhi veya insanî müdahale olmaksızın, hep aynı şekilde ve sürekli olarak dönen bir saate benzetmiştir.

 

Locke ise dışımızda bulunan aletin, içimizde de bulunduğunu keşfetmiştir. Aklı, duyu organlarımızla algıladığımız verilerin üzerine yazıldığı beyaz bir sayfaya benzetmiştir.. Sonra bu veriler, toplanma (ve birbirine bağlanma) kanununa göre, kendiliklerinden bir alet olarak belirirler ve böylece basit fikirler oluşur. Bu fikirlerin birbirine eklemlenmesi ile de kompleks fikirler ortaya çıkar.

 

Bütün bunlar, Adam Smith tarafından bir tasvirin ortaya atılmasına yol açtı. Buna göre insan, arz ve talep kanunları tarafından düzenlenen bir dünyada yaşıyor. Adam Smith, piyasayı düzenleyen bu kanunları “gizli el”e, yani her şeyi düzenleyen ancak kimse tarafından görülmeyen bir ele benzetiyor.

 

On dokuzuncu yüzyılda, aşamalı olarak, alet görüşünden, üyelik görüşüne geçildi. Bu yüzden aletle ilgili (yani aletler dünyasından alınmış) mecâzî tasvirlerin  yerini, üyelikle ilgili (yani hayvanlar ve bitkiler dünyasından alınmış) mecâzî tasvirler aldı.

 

Marques De Sad ve ondan sonra da Sigmund Freud, Hobbes"in kurdunun içimizde gizli olduğunu açıkladılar. Darwin, Rousseau"nun tabii cennetinin, gerçekte, hayatta kalmak ve hayatta kalmanın en iyi şekilde devam etmesi için verilen mücadelede, gizli el vasıtasıyla dengenin sağlandığı bir orman olduğunu açıkladı.

 

Newton, âlemi bir saat ve tanrıyı da maharetli bir saat ustası yapmıştı. Darwin"in âleminde ise insanın kökeni, gelişmiş maymunlara ve sürüngenlere dayanıyor. Sonra Freud geldi ve –bazılarına göre tamamen bilimsel ve nesnel bir şekilde- gerçekte “orman”ın, bilinç altında ve patlamaya hazır bir şekilde insanın içinde olduğunu ispat etti.

 

Pavlof, köpekler üzerinde yürüttüğü deneylerinin sonuçlarını insanlara uyguladı. O, insanların da köpekler gibi olduğunu, ikisi arasında öze ilişkin bir fark bulunmadığını ve her ikisine de, içinde bulundukları maddî şartların hükmettiğini kabul ediyor.

 

İşte insanın çözüşmesi bu şekilde gerçekleşiyor. Ve yine modernite sonrasının “insanın hiçbir şeye, hatta kendisine bile tapmayacağı ve her şeyden, hatta kendisinden bile kutsallığın çekilip alınacağı” vaadi böyle gerçekleşiyor.

 

Batı insanının değerlerden ve hedeflerden bağımsız deneyimler içine girmesinden sonra, anlaşılmaz hisler ve duygular yaşadığı görülüyor. Bu hisler ve duygular, şişeden çıkardığı cinden duyduğu korkudan kaynaklanıyor. O, bu hislerini, bir takım mecâzî tasvirler ve hikayelerle / efsanelerle ifade etmiştir. (Aslında bunlar hikaye şekline bürünen mecâzi tasvirlerdir).

 

Bu efsanelerin ilki, tanrılardan ateşi çalıp, aydınlanmaları için onu insanlara veren ve bu yüzden tanrılar tarafından işkence edilip cezalandırılan Prometheus efsanesidir. Bu, büyük bir seküler efsanedir. Sonra bu efsaneyi, içinde bulunduğu vakıaya ve zamana hükmetmesini sağlayacak bilgi için ruhunu şeytana satan Faustus efsanesi izliyor. On sekizinci yüzyılın başlangıcıyla birlikte, Frankenstein, yani bilime ve bilimin gücüne iman etmiş aydınlanmacı bir bilim adamı tarafından yaratılan o çirkin yaratığın hikayesi ortaya çıkıyor.

 

Ancak bu yaratık kısa bir süre sonra yaratıcısını öldürüyor ve özgür bir şekilde yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya ve insanları öldürmeye koyuluyor. Yani insanî bilimin meyvesi, insanın öldürülmesi ve gayri insanilik oluyor. Frankenstein, aletsel tabii kanunlar çerçevesinde hareket eden, aletsel doğal bir insandır.

 

Daha sonra insanın, insanî olmayan bilimsel kanunlar ve matematiksel denklemler çerçevesinde hareket eden aklından dolayı, insanlığı için korkuya kapıldığına işaret eden hikâyeler geliyor.

 

Böylece, Prometheus, insanın yolunu ve dünyasını aydınlatacağına olan aşırı güvenle ateş topunu tanrılardan çaldıktan sonra, şaşkın ve bundan sonra ne yapacağını bilmez bir şekilde kala kaldı. Ve ateşten istifade etmek yerine, ateş parmaklarını yakmaya başladı: Ozon tabakasının delinmesi, doğanın kirlenmesi, aile kurumunun aşınması, ekvatoral yağmur ormanlarındaki ağaçların yok edilmesi ve karbondioksit miktarındaki artış… bunun göstergesidir. Sonuçta o, insana yardım edemediğini ve yolunu aydınlatamadığını, aksine onun yok olmasında, yanmasında ve tasfiye edilmesinde pay sahibi olduğunu keşfetti.

 

Şimdi de mecâzî tasvir yoluyla yaptığımız bu tahlil metodunu bazı siyasi metinlere uygulayalım. Örneğin İngiliz yazar Thomas (Spectator dergisinde), on sekizinci yüzyılda Yahudi cemaati üyelerinin Batı medeniyetiyle olan ilişkilerinin niteliğini açıklarken mecâzî tasvir kullanıyor. Thomas şöyle diyor: Yahudiler, çok uzak mesafedeki milletlerin, birbirleriyle konuşma ve insanlığın bağlantı kurma aracı haline gelmişlerdi.

 

Sonra Thomas mecâzî tasviri daha da derinleştirip netleştirerek Yahudilerin, yüksek bir binadaki kazıklar ve çiviler gibi olduklarını açıklıyor. Bu mecâzî tasvirlerin ortaya koyduğu şudur: Batı medeniyeti Yahudilerin bizzat kendilerine bir değer vermiyor; ancak binayı ayakta tuttukları için de mutlak bir öneme sahiptirler. Yani onlar son derece önemli araçlardır; yoksa bizzat kendileri gaye değildir.

 

Bu tutum günümüze kadar devam etmiştir; Siyonist devlet, bizzat kendisine ait bir önemi olmayan, Batı"nın elindeki bir araç durumundadır. Onun önemi yerine getirdiği rol veya görevde, yani Arap dünyasındaki Batı çıkarlarının korunmasında gizlidir.

 

Mecâzî tasvirleri, bir şeyi çaktırmadan taraflı olarak sunmanın ve onu gizli bir şekilde dayatmanın aracı olarak kullanmak da mümkündür. Çünkü mecâz, belli bir görüşü aktarmak için, vakıanın ayrıntılarını belli bir sıraya sokar. Batı"nın siyasi söylemini incelediğimizde, âlem hakkındaki Batı görüşünü ifade eden çok sayıda siyasî tasvir kullandığını görürüz. Ancak bütün bunlar tarafsız gibi görünür (keşke öyle olsalar).

 

Örneğin bu söylem, Arap dünyasından “Ortadoğu” veya “mıntıka” olarak, “fedailerden” “teröristler” olarak, “şehâdet” eylemlerinden “intihar” eylemleri olarak bahsederken, gerçekte kendi kavramlarını somutlaştıran mecâzî tasvirleri dayatmış oluyorlar. Çünkü örneğin “Arap dünyası” kavramı tarih, kültürel miras ve kimlik çağrıştırırken, “mıntıka” kavramı ise vicdanlarımıza, tarih ve kültürden soyutlanmış bir coğrafya parçasını aktarıyor.

 

Konuşan kişi, mecâzî tasvirleri, ne istediğini bilerek, bilinçli olarak kullanabilir; ancak kullandığı tasvirle istediği amaca ulaşmak yerine, başarısız bir sonuç elde edebilir ve hatta zor duruma düşebilir. Çünkü kullandığı tasvirin kendi iç mantığı, konuşanın hedeflediğinin aksini ifade edebilir.

 

Örneğin Amerikalı gazeteci Thomas Friedman, küresellikten bahsederken, geleneksel toplum ve modern küresel toplum hakkındaki görüşünü ifade etmek için iki mecâzî tasvir kullanıyor. Geleneksel topluma işaret etmek için, -kültürel kökleri simgelediğinden dolayı- zeytin ağacı tasvirini kullanırken, küresel topluma işaret etmek için de, -sürekli bir hareketliliği ve yenilenmeyi simgelediğinden dolayı- bildiğimiz Toyota arabası tasvirini kullanıyor.

 

Friedman ikisinin birleştirilebileceğini vurguluyor. Ancak çok ince bir tahlil yaptığımızda, tasvirin kendi mantığının, bundan farklı bir şey söylediğini görüyoruz. Zeytin ağacı sabit, araba ise hareketlidir.

 

Zeytin ağacı insan toplumunda içselleştirilmiştir; onu diken, bakımını yapıp yetiştiren ve ondan yararlanan insandır. Yani bütün bunlardan dolayı zeytin ağacı insanî bir boyut kazanmıştır. Ancak Friedman, arabanının kullanımındaki hedef hakkında ve yöneldiği mekân hakkında hiçbir şey söylemiyor. Bu tıpkı, hangi noktaya veya hedefe gideceği, şimdiye kadar hiç kimse tarafından haber verilmeyen Batılı ilerleme kavramına benziyor.

 

Burada yeri gelmişken, 1987 intifadasını gerçekleştirenlerin, zeytin ağacını, nasıl hayatın ve kimliğin simgesi haline getirdiklerini zikredelim. Çünkü zeytin ağacı -yemeklerinin temel katkısı sayılan- yağıyla Filistinlilere yardım ediyor. Yine bir Filistin halk sözünde söylendiği gibi “bir kadının zeytin ağacının altında elbiselerini çıkarması mümkündür.” Yani ağaç insanı örter ve modernliğin yaptığı gibi onu soymaz.

 

Allah en iyisini bilendir.

 

 

 

 

Sitemiz yazarlarından Mısır asıllı Abdulvahap el-Messiri'nin bu yazısı Halil Kendir tarafından tercüme edilmiştir.