Siyasi araştırmalar, kavramaları, felsefî ve bilgisel içeriklerini kapsamlı bir şekilde ele almadan, daha çok “siyasî” açıdan tanımlama eğilimindedir. Eğer bir kavramın bilgisel boyutlarını bilmezsek, onun sadece tek bir yönünü idrak edebiliriz; bütünselliğini ve bileşimlerini ise asla öğrenemeyiz.

 

“Yeni Dünya Düzeni’nin de birçok siyasî tanımlaması yapılmış, ancak bilgisel boyutu ihmal edilmiştir.

 

Oysa Yeni Dünya Düzeni’nin, Eski Sömürgeci Dünya Düzeni’nin devamından başka bir şey olmadığı gerçeğini açığa çıkaran işte bu bilgisel boyuttur. Aynı şekilde Yeni Dünya Düzeni’nin, sömürgeci-seküler bilgisel görüşün, sadece maddeyi referans kabul eden taşkınlık çağındaki modern bir ifadesinden başka bir şey olmadığını ortaya koyan da yine bu boyuttur. Sadece maddenin referans kabul edilmesi, tabiatı ve insanı, salt maddî olgular olarak görmektir. Buna göre, her ikisi (tabiat ve insan) için de sadece maddi kanunlar geçerlidir ve aralarında hiçbir fark yoktur.

 

Bu görüş, varlığın merkezinin, yine kendi içinde gizli olduğunu kabul eder; çünkü bütün kâinat tek bir maddeden oluşur. Dolayısıyla bu durumu aşmaya veya ahlâkî manzumelerin işlevsel ve aktif olmasına imkân yoktur. Bu merkez tek bir maddî unsurda vücut bulup somutlaşır ve buna (maddi unsura) nispetle, geriye kalan her şey sadece bir dipnot haline gelir.

 

Merkezin, insanda veya tabiatta somutlaşması mümkündür. Eğer insanda toplanırsa, merkez o olur ve hiçbir referansın olmayışı durumunda, halklardan biri, geriye kalan bütün insanlığı ve tabiatı, boyun eğdirilecek ve kullanılacak saf (katıksız) bir madde olarak gören, “kutsal”a (ben’e) dönüşür.

 

Batı insanı kutsalın (ben’in) kendisi olduğunu ilan etmiştir. Bu durumda dünya –kolay bir şekilde- ben ve öteki, güçlü ve zayıf, savaşan ve kendisine karşı savaşılan, silahlı ve silahsız, Batı ve diğerleri (The west and the rest) şeklinde ikiye ayrılmıştır.

 

Bu düzenin –Eski Sömürgeci Dünya Düzeni’nin- dünyayı bu şekilde ikiye bölmesinden sonra, aydınlanmanın ve adaletin yayılması yerine, insanlık tarihinin daha önce bir benzerine şahit olmadığı, son derece sistemli soykırım ve katliam operasyonları (her iki Amerika yerlilerinin yok edilmesi) ve zorla nakil operasyonları (siyah derili Afrikalıların her iki Amerika’ya, suçlular, Yahudiler, devrimciler ve bozguncular gibi toplumsal olarak istenmeye unsurların vatanlaştırılacak yerlere nakledilmeleri) her yerde yaygılaşmaya başladı.

 

Bu uluslararası düzen, çok büyük ekonomik kârlar elde etmek için Çin’de birinci ve ikinci afyon savaşlarına girişti ve sistemli bir şekilde halkların servetlerini yağmaladı. Öyle bir yağma ki, tarihte bir benzeri daha bilinmiyor.

 

Kırklardan itibaren, sömürgelerde ulusal bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkışıyla birlikte, uluslararası sömürgeci düzen, bu hareketleri çok şiddetli bir şekilde vurdu. Ancak ellilerde, sömürgelere ismen bağımsızlıklarını bahşederek bu hareketleri kuşatmaya çalıştı ve böylece bu ülkelerde, doğrudan askerî sömürgecilikle elde ettiği kazancı garanti edecek ayrıcalıklar vermeye hazır işbirlikçi siyasi düzenler kurdu.

 

Eski Sömürgeci Dünya Düzeni’nin tarihi, dünyayı doğal enerji ve ucuz işçi kaynağına ve ürettiği ürünler için bir pazara çeviren, sömürgeci askerî sanayi düzeninin tarihidir.

 

Şekilleri değişse de (işgalci sömürgecilik – renk ayrımına dayanan işgalci sömürgecilik – koloniler – yeni sömürgecilik) bu dünya düzeni tektir ve –güç kullanarak- halkların ve milletlerin bölünmüşlük ve parçalanmışlık içinde olmasına çalışır.

 

Bu dünya düzeni, Arap aleminde sömürgeciliğin her çeşidini uyguladı ve bölgeyi yağmaladı (Mısır, Sudan, Libya, Fas, Tunus, Somali, Irak Cibuti, Suriye, Lübnan ve Eritre’de askerî sömürgecilik, Cezayir’de vatanlaştırma sömürgeciliği, Filistin’de işgal sömürgeciliği).

 

Bu yağma bazen askerî işgal döneminde olduğu gibi doğrudan bir şekilde, bazen hammadde (özellikle de petrol) fiyatlarını istediği gibi yönlendirmesiyle ve bazen de o ülkelerdeki rejimlere, iktidarda kalmayı garanti edecek milyonlarca dolar karşılığında sattığı silahlar yoluyla oluyordu. (Ayrıca tarihi olarak sabit olduğu gibi, o rejimlerin bu silahları kullanamayacağı da çok iyi biliniyor).

 

Bu kapalı sömürgeci dünya düzeninin kimliği, dünyayı –keskin bir şekilde- “ben” ve “öteki” diye ikiye ayıran ırkçı, Darvinist ve Nietzsche felsefelerinin ortaya çıkışında açıklığa kavuşuyor. Bu felsefeler, ırkı, yönetim için yegane kriter kabul ediyor. Batı’yı merkeze ve beyaz adamı da saygı gösterilmeye ve kalıcı olmaya layık yegane medeniyet projesinin sahipliği mevkiine yerleştiriyor. Geriye kalanlar ise şaşkın ve çaresiz kimseler oluyor.

 

Faşizm, Nazizm ve sonra da Avrupa’nın problemini (Yahudi meselesini), Doğu’ya transfer etmek yoluyla çözme çağrısı olan Siyonizm bu çerçevede ortaya çıkmıştır.

 

Teodor Hertzl, “uluslararası hukuk”un garanti altına alacağı bir Yahudi devletinin kurulmasından bahsederken, kastettiği, dünyada geçerli olan ve dünyayı kendi görüşüne ve isteğine göre taksim eden emperyalist Batı hukukudur.

 

Balfour Deklarasyonu da bu çerçevede ortaya çıktı. Bununla Britanya kendisine, Batı’daki Yahudilere, Filistin topraklarını bağışlama ve Filistin’in aslî yerleşimcilerini de oradan nakletme hakkı verdi. Sonra uluslararası düzen –Birleşmiş Milletler aracılığı ile bir kez daha- Filistin’i taksim etti ve Siyonist varlığa meşruiyet bahşetti.

 

Sonra uluslararası düzen –iki kolu olan kapitalizm ve komünizm aracılığıyla- Siyonist devleti tanımaya ve onu desteklemeye devam etti. Bu destek, bir taraftan Doğu Avrupa’dan nakledilen Yahudiler ile beşerî yoldan, diğer taraftan da Batı Avrupa ve Amerika’dan sağlanan ekonomik ve askeri imkânlar ile sürdü.

 

Bu yardım hem hacim, hem de çeşit yönünden her geçen gün büyüdü ve sonunda İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, ilan edilmiş bir stratejik ittifaka ulaştı. Böylece, -uluslararası düzenin sahibi olan- Batı’nın dünyada egemen güç olduğu, dünyanın bir sahne ve insanların da Batı tarafından kendi çıkarı için kullanacağı bir madde olduğu vurgulanmış oluyordu.

 

Bu, ötekinin tarihini ve insanlığını inkâr eden, onu sadece bir kullanım maddesi olarak gören, iki tarafı da keskin bir görüştür.

 

Eski Uluslararası Sömürgeci Düzen’in, keskinlik ve netlik yönünden farklı derecelerdeki uygulamaları, Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın her yerinde tekrarlandı.

 

Sömürgecilik, bu eski şekliyle devam edebilirdi; ancak hiçbir tarihî-ahlâkî kaygı gözetmeyen  –zaten tabiat kanunu ve Darvinist - Nietzsche felsefeleri üzerine kurulmuş bir medeniyetten böyle bir kaygı beklememiz nasıl mümkün olabilir ki?!-çok derin gelişmelerin yaşanması  ve ortaya çıkan kuvvetler dengesinin Batı tarafından çok zeki bir şekilde idrak edilmesi, Sömürgeci Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkmasına yol açtı.

 

Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkış sebepleri'nin ise yazımızın ikinci bölümünde ele alacağız.