Batı’nın İslâm dünyası ile ilişkisi meselesi, özellikle 11 Eylül 2001’den sonra kendisini gündeme taşıyan konulardan biri olmuştur.
Batı’da insanlar, “Müslümanlar bizden niçin nefret ediyorlar?” diye soruyorlar. Ve bu soruya şu şekilde cevap veriyorlar: Müslümanlar, siyasî istikrarından, teknolojik ve ekonomik ilerlemişliğinden dolayı Batı’yı çekemiyorlar; modernliği ve ilerlemeyi yakalamak için gereken gayreti göstermek yerine, mazinin esiri olarak kalıyorlar. Bu yüzden de toplumlarını modernleştirmeyi başaramamışlardır. İşte Batı’ya olan düşmanlıklarını artıran şey budur.
Buna karşılık bazı Müslümanlar ise Batı düşmanlığını şu sözlerle açıklamaya çalışıyor: Batı’yı bize karşı kışkırtan, Siyonist lobidir –ve bazen de uluslararası Yahudiliktir.-
Bazıları da Batı’nın halen haçlılığına devam ettiğini, İslâm’ı yıkmaya, Müslümanları boyun eğdirmeye ve belki de Hıristiyanlaştırmaya çalıştığını düşünüyor.
Bütün bunlarda bir ölçüde doğruluk payı olabilir; ancak bunlar, Batı ile İslâm dünyası arasındaki ilişkilerde, gittikçe artan gerginlik olgusunun kapsamını ve derinliğini açıklamada yetersiz kalıyor.
Batı ile İslâm arasındaki ilişkilerde gerginliğe yol açabilecek bazı etkenlerin bulunduğu söylenebilir; ancak aynı zamanda bunların, karşılıklı anlayış ve yardımlaşmanın temelini oluşturması da mümkündür.
İslâm medeniyetinin şekillenmesi, Hıristiyan Batı medeniyetinin şekillenmesine komşudur. Tarih boyunca İslâm dünyasının sınırlarının genişlemesi, Hıristiyan Batı medeniyetinin aleyhine gerçekleşmiştir. Bunun tersi de doğrudur; on altıncı yüzyıldan başlayarak Batı dünyasının toprakları, İslâm dünyasının aleyhine büyümüştür.
İslâm ve Hıristiyan inançlarının pek çok yönden birbirine benzediği görülüyor. Her iki inanç da, tabiatı ve tarihi aşan, tek bir halka veya tek bir coğrafyaya özgü olmayan bir ilaha iman ediyor.
Bu ilah bize, bizi doğru yola ileten ve içinde pek çok yönden birbirine benzeyen ahlâki manzumeler bulunan semâvî kitaplar göndermiştir.
Ancak bu benzerlik noktaları aynı zamanda gerginlik kaynağı da olabiliyor. Batı dünyasından bazı kimseler, İslâm’ı, kendine özgü bir varlık görüşü olan bağımsız bir inanç olarak kabul etmekte zorlanıyor. Bunlara göre İslâm sadece, doğru dinin özünden, yani Hıristiyanlıktan sapmayla ortaya çıkmış bir sistemdir. Aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir; İncil, tahrif edilmiş kutsal bir kitap ve İslâm, doğru olan dindir.
Müslüman azınlık Batıyı korkutuyor mu?
Yeni gerginlik kaynaklarından biri de, Batı’da, -tarihte ilk kez- büyük bir İslâmî azınlığın bulunuyor olmasıdır. Ve bu azınlığa mensup bireylerin sayısı her geçen gün artarken, çocuk sahibi olmaktan kaçındıkları için, Batı halklarının nüfusu da azalmaktadır. Ayrıca bu azınlığın makul bir ölçüde dinî ve kültürel değerlerine bağlı olması, yine bu azınlığa mensup bireylerin pek çoğunun dinî şiarları yerine getirmekte ısrarlı oluşu ve kültürel kimliklerini açık bir şekilde ifade etmeleri de gerginliği artıran faktörlerdendir.
Bir ölçüde gerginliğe sebep olan etkenlerden biri de, insanların –genel olarak- kendi kimliklerini, ötekine göre belirliyor olmasıdır. Bir kimliğin, kendi sınırları içinde hareket edip, -farklılığına rağmen- ötekini geçersiz kılmaya çalışmadığı müddetçe, çoğu zaman bu da gayet doğal bir durumdur.
Ancak bir kimliği (kültürü, medeniyeti) tanımlama meselesi, “düşman kimlik” şekline de bürünebiliyor; nitekim Batı’da olan da budur. Örneğin on dokuzuncu yüzyılın ortalarında “sarı tehlike”den (Çin) bahsediliyordu. Sonra “kırmızı tehlike”den (komünist devletler) bahsedilmeye başlandı. Bu iki tehlikenin ortadan kalkmasıyla, şimdi de “yeşil tehlike”den (İslâm) bahsedilmeye başlandı. Batı’daki İslâmî azınlıkların varlığı da, bu korkuyu ve güvensizlik hissini artırıyor.
Diğer taraftan gerginliğe sebep olan bütün bu faktörlerin karşılıklı yardımlaşma ve anlayışın temelini teşkil etmesi de mümkündür. Çünkü İslâm ve Batı medeniyetlerinin birbirine olan komşuluğu, karşılıklı görüş, deneyim ve mal alış verişini sağlayacak bir çerçeve oluşturabilir.
Görüş ve ahlâk manzumelerindeki benzerliklerin, iki medeniyet arasındaki ortak alanları keşfetmesi ve bu alanları genişletmesi mümkündür. Yine bu benzerliklerin, Batı ve İslâm dünyaları arasında, karşılıklı saygı, eşitlik ve adalet esasına dayalı ilişkilerin kurulmasını sağlayacak, uluslararası-toplumsal bir anlaşmanın zeminini teşkil etmesi de mümkündür.
Batı dünyasındaki İslâmî azınlıkların varlığının, örneğin Endülüs’te olduğu gibi, İslâm ve Batı medeniyetleri arasında olumlu bir etkileşim fırsatı olması da pekâlâ mümkündür.
Ancak bütün bunlara rağmen karşılıklı anlaşma imkânı sağlanamadı; aksine gerginlik daha da keskinleşti. İşte bu yüzden bu olguyu çok iyi araştırmak ve çok iyi anlamak son derece önemlidir. Böylece bu olgu ile ne şekilde ilgilenileceğine karar verilebilir ve gerginliğin keskinliği azaltılabilir.
Bu hedefi gerçekleştirebilmek için, Batı insanının, âlem hakkında sahip olduğu görüşü bilmek gerekiyor. Çünkü Batı insanının tercihlerini, önceliklerini ve nihayet gidişatını/davranışlarını belirleyen âlem hakkında sahip olduğu görüştür.
Değerlerden beri bir dünya ve güç arenası
Batı modernliğinin, Batı insanına, içinde hareket edeceği bir çerçeve oluşturduğunu söylemek mümkündür. Batı modernliği, âlemi madde olarak değerlendiren maddeci bir görüş sunar. Bu görüş, insanın kâinattaki varlık hedefini, çıkarlarını ve zevklerini olabildiğince büyük ölçüde gerçekleştirmek olarak tanımlar. Bu görüşe göre ilerleme ise, üretim ve tüketim oranlarındaki artıştır. İşte bu yaklaşım, Batı insanında, tarihte benzeri olmayan bir tüketim oburluğunun ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu maddeci modernlik, sadece aklın, bilimin ve teknolojinin kullanılması anlamına gelmiyor; bilakis aklın, bilimin ve teknolojinin, değerlerden kopuk (value-free) olarak kullanılmasını ifade ediyor.
Değerlerden soyutlanmış bir dünyada her şey eşit hale geliyor ve dolayısıyla her şey göreceli oluyor. Bu durumda bir şey hakkında hüküm vermek zorlaşıyor; iyi ile kötüyü, adalet ile zulmü, hatta öz (cevher) ile nispi olanı ve insan ile tabiatı veya insan ile maddeyi birbirinden ayırmak imkânsızlaşıyor.
Hakem kabul edilebilecek değerlerin mutlak yokluğunda, -insan varlığının özünden olan- çekişmelerin ve anlaşmazlıkların yegâne çözüm aracı olarak, güç ve irade ortaya çıkar.
Batı İslam Dünyasını neden bölüyor?
İşte bu çerçevede Batı kendi etrafında yoğunlaştı ve kendisini, bütün olgular ve medeniyetler hakkında hüküm verecek nihâi mercî ve yegâne kriter olma mevkiine yerleştirdi. Âleme, her birinin kendi meşru beklentileri ve değişik hedefleri olan bağımsız çerçeveler olarak değil, aksine bir kullanım maddesi olarak baktı ve kendisinin de -en güçlü olarak- bu kullanım maddesini kendi çıkarları için kullanma hakkına sahip olduğuna karar verdi.
Sömürgeci tüketimcilik görüşünün özü budur.
Batı orduları bu anlayışla hareket ettiler ve dünyayı kendi aralarında paylaşıp, zenginliklerini yağmaladılar. Dünyayı bir taraftan hammadde ve ucuz işçi kaynağına, diğer taraftan da ürünlerinin satılacağı bir pazar haline dönüştürdüler. Batı orduları fiilen Arap ve İslâm dünyasına geldiler ve buralardaki halkları sömürgeciliğin her türlüsüne boyun eğdirdiler: Mısır, Suriye, Lübnan, Fas, Sudan Irak ve Libya’da askerî sömürgecilik; Cezayir’de vatanlaştırma sömürgeciliği; ve Filistin’de vatanlaştırma ve işgal sömürgeciliği.
Batı sömürgeciliği, doğal olarak, halkların zenginliklerini yağmalama çabalarının karşısına dikilecek bir Arap veya İslâm ittifakının kurulmasını kabul etmez. Bu yüzden ısrarla bölmeye, parçalamaya ve direniş gösterebilecek her gücü ezip yok etmeye çalışır. İşte bu çerçevede Batı’nın İslâm’a olan düşmanlığını anlamak mümkün olur.
Sömürgeciliğe karşı direniş hareketleri, Arap milliyetçiliği bayrağı altında başlamıştı. Sömürgeciler de bütün acımasızlığı ile onlara karşılık verdi. Hatta zaman zaman, -özellikle de sûfi yönelişteki- bazı İslâmî hareketlerle de yardımlaşma içine girdiler. Çünkü bu hareketlerin, ibadetler ve bireysel kurtuluş üzerinde yoğunlaşarak, kalabalıkları, siyasi çalışmalardan ve direnişten alıkoymalarının mümkün olduğunu gördüler.
Batı soğuk savaş döneminde, komünist kampa karşı da, İslâmî hareketler (ve hükümetler) ile yardımlaştı. Bu akım zirve noktasına, Sovyet işgali sırasında Afganistan’da ulaştı.
Ancak soğuk savaş bitip, Arap milliyetçiliği gerilerken, İslâmî hareketler siyasî olarak olgunlaşıp siyasî mücadelenin içine girdiler ve Batı sömürgeciliğine karşı verilen direnişe öncülük etmeye başladılar.
Batı sûfizmi teşvik ediyor
İşte bu noktada Batı’nın İslâm düşmanlığı açığa çıkmaya başladı ve İslâmî terörden, İslâm’ın dinî söyleminin ıslah/reformize edilmesinin zorunluluğundan bahsedilmeye başlandı. İslâm’a karşı savaşan Batı dünyasının, sûfi hareketleri teşvik ettiğinin işaretlerinden biri de, şu anda Batı’da en yaygın kitapların Muhyiddin Arabi’nin eserleri ve Celaleddin Rumî’nin şiirleri olmasıdır.
ABD Kongresi’ndeki dinî özgürlüklerle ilgili komisyon, Arap ve İslâm ülkelerine, sûfî hareketleri teşvik etmesi tavsiyesinde bulundu. Dünyaya değer vermemek, ondan ve siyasetten yüz çevirmek, şüphesiz Batı sömürgeciliği karşısındaki direnişin sağlamlığını zayıflatıyor. Dolayısıyla Batı’nın İslâm düşmanlığı, mutlak bir düşmanlık olmayıp, sadece direnen İslâm’a olan bir düşmanlıktır. Yani bu düşmanlık, Batı’nın dünyayı bir kullanım maddesine çevirme gayretlerinin karşısına dikilen bütün direniş şekillerinedir.
Buna rağmen –ortada esaslı bir engel bulunuyor olsa da- diyalog ve karşılıklı anlaşma imkânı halen mevcuttur. Söz konusu engel ise, Darvinisit, sömürgeci Batı görüşünün, akıcı olmayışıdır. Gücü yegâne ölçü kabul edip, haricî bir değerler manzumesinin hakemliğini kabul etmeyen kişi, akılcı olmayan bir insandır. Çünkü akılcılık, insanın dışında, hakemliğine başvurulabilecek mutlak ahlâkî ve insanî ölçülerin varlığını kabul eder.
Diyalog ama nasıl…
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Hakemliğine başvurulacak ve kendisine çağrılacak ahlâkî ve insanî ölçülerin yokluğunda bir diyalog içine girmemiz nasıl mümkün olabilir?
Diyalogun üç seviyesinin olduğunu düşünüyorum:
1- Eşitler arasında diyalog: Bu, taraflardan her birinin, diğerinin insanlığını, haklarını ve egemenliğini tanıdığı iki taraf arasındaki bir diyalogdur. Bu diyalogun hedefi, bütünselliğe varmayan, cüzî ve ayrıntıya ilişkin anlaşmazlıkları gidermektir.
2- Eleştirel diyalog: Eğer taraflardan biri, diğerinin insanlığını, haklarını ve egemenliğini tanımıyorsa, ikinci tarafın birinci tarafa eleştiri yöneltmesi ve tutumunun yanlışlığını, delilleriyle birlikte açıklaması gerekir. Örneğin bazı ilkesel meselelerde farklılaştığımız Batı devletleri ile yürütülmeye çalışılan diyalog böyle bir şeydir. Bu durumda diyalog içine girilir ve şiddete sığınılmaz.
3- Silahlı diyalog: Eğer birinci taraf, ikinci tarafın insanlığını, haklarını ve egemenliğini inkâr etmeye devam ederse ve bu inkâr, ikinci tarafın topraklarını işgal etmek veya ona zulmetmek şekline dönüşürse, bu durumda ikinci tarafın yapması gereken şey, insanlığını ve egemenliğini vurgulamak ve gasp edilmiş haklarını elde etmek için karşı tarafa direnmek ve ona silahlı eleştirel mesajlar göndermektir.
İşgal altındaki Filistin’de yaşananlar budur. Çünkü İsrailliler Filistinlilerin varlığını inkâr ediyorlar; Filistinliler ise onlara silahlı mesajlar gönderiyorlar. Bu mesajlar bazen (1987 intifadasında olduğu gibi) yarı barışçı bir şekle, bazen de (el-Aksa intifadasında olduğu gibi) silahlı bir şekle bürünüyor. Bu mesajlar, vurgulu bir şekilde İsraillilere şunu anlatıyor: Bu toprakların sahibi olan Filistin halkı, mevcuttur, hayattadır ve topraklarını geri almak için direnmektedir.
Diyalogun mutlaka bütün seviyelerde gerçekleşmesi gerekir. Tek ölçüsü güç olan biri ile sadece sevgiye dayalı diyalog peşinde koşmak, boşa bir çaba olup, hiçbir fayda sağlamaz. Tek başına silahlı diyalog ise bizi çıkmaz bir yola sokar.
Örneğin Vietnamlılar çok yönlü bir diyalog içine girmişlerdir; bir taraftan barış görüşmeleri için masaya oturmuşlar, -Amerika’da içinde olmak üzere- dünyadaki barış yanlılarına yönelik basın-yayın hamleleri yapmışlar ve hiçbir haklı gerekçesi yokken Vietnam halkına saldıran Amerikan askerî kurumlarına eleştiriler yöneltmişlerdir. Diğer taraftan da azim ve kararlılıkla, savaş meydanlarında mücadele etmişlerdir. Böylece savaş meydanlarındaki kazanımlar, siyasi kazanımlara dönüşebilmiştir.
Aynı şekilde Batı ile girilecek diyaloglar da farklı şekillere bürünebilir. Sadece görüntümüzü düzeltmeye ve konumumuzun meşruluğunu açıklamaya çalışmak yeterli olmaz. Basın yayın hamleleri ve yoğun diyaloglarla, Batı’ya eleştirel mesajlar yöneltmek ve İsrail’i –ve İsrail’in Araplara saldırısını- desteklemenin, bedelsiz bir şekilde devam etmesinin imkânsız olduğunu açıklamak da şarttır.
Eleştirel diyalogun, şartlar gerektirdiğinde, ilişkilerin kesilmesi, üretimin durdurulması tehdidi ve direnişin bütün şekilleriyle, silahlı diyaloga dönüştürülmesi de gerekir. Yani zulmeden tarafın, (bu zulmünden dolayı) mutlaka bir bedel ödeyeceğini anlaması şarttır. Çünkü onlar bedel ödeme meselesini çok iyi bilirler. İngiltere’nin eski başbakanlarından William Ewart Gladstone şöyle diyor: “Bizim daimi dostlarımız da, daimi düşmanlarımız da yoktur; bilakis daimi çıkarlarımız vardır.”
Türkçesi: Halil KENDİR