Yeni Dünya Düzeni’nin Ortaya Çıkış Sebepleri

 

Bu yeni düzenin ortaya çıkış sebeplerini şu şekilde özetleyebiliriz:

 

Batı, içine girdiği askerî, kültürel ve ekonomik krizin derinliğini ve kendi içindeki parçalanmışlığı idrak edip, siyasetini güç ile dayatmaktan aciz olduğunun farkına vardı.

 

Batı, artık halkları daha bilinçli hale gelen ve seçkinleri, -uluslararası oyunda- daha aktif, parlak ve anlayışlı bir konuma yükselen üçüncü dünya devletleri ile askerî, kültürel ve ekonomik olarak karşı karşıya gelmenin imkânsızlığını idrak etti.

 

Batı, bu uyanışa ve bilinçlenmeye rağmen, üçüncü dünya devletlerinde ortaya çıkmaya başlayan bölünme ve parçalanma faktörlerinin varlığını da idrak etti. Bu devletlerde tamamen Batı’nın değerlerini, bilgi ve tüketim manzumesini özümsemiş yerel seçkinler ortaya çıkmıştı. İşte bu seçkinlerle yardımlaşma içine girilip onlara destek çıkılabilir ve böylece, savaşlarla ve askerî metotlarla gerçekleştirilemeyen hedefler -barış ve teslimiyet içinde- bu seçkinler eliyle gerçekleştirilebilirdi.

 

Bütün bunlardan dolayı Batı, kaba kuvvet yerine, yoldan çıkarmak ve fitneye düşürmek imkânını kullanabileceğini; doğrudan askerî saldırı yerine, içteki bölünmüşlükten ve parçalanmışlıktan yararlanabileceğini idrak etti. Böylece doğrudan karşı karşıya gelmeye güç yetirememe problemi de çözülmüş olacaktı.

 

Sonuçta Batı açık merkezîliğinden ve ilan edilmiş egemenliğinden soyutlanacak, bunun yerini ise, -bazıları tarafından şaşkın papağanlar gibi tekrarlanan- adalet, barış ve demokrasi gibi süslü söylemlerin altına gizlenen yapısal egemenlik alacaktı.

 

Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkış çerçevesini oluşturan uluslararası değişimleri, şu şekilde biraz daha ayrıntılandırabiliriz:

 

Askerî Alan

 

İki süper devlet arasında süren soğuk savaş döneminde, iki devletin sonu gelmez bir silahlanma yarışına girmiş olmaları ve yeni silahlar geliştirme konusunda birbiriyle kıyasıya rekabet etmeleri, artık her iki devletin de güç yetiremeyeceği çok külfetli bir iş haline gelmişti.

 

Soğuk savaş Amerika Birleşik Devletleri’nin zaferiyle sonuçlanmış olmasına rağmen, bu savaşta tükettiği çok büyük enerji de etkisini gösterdi.

 

Modern savaşlar artık hangi devlet olursa olsun –buna Amerika da dâhildir- finanse etmekte zorlanacağı çok büyük mali kaynaklar gerektiren son derece külfetli bir mesele haline gelmiştir. Özellikle de küresel ölçekte bir ekonomik kriz yaşanırken, Batı halklarının, toplumsal refah müesseselerinin tasfiye edilerek, askerî harcamalar için büyük ödenekler ayrılmasını kabul etmeleri zordur.

 

Seküler anlayışın yükselişi ve Batı insanının keskin bir şekilde –hemen tatmin etmekten başka bir şeye razı olmayacağı- şahsi menfaatlere ve zevklere yönelmesiyle, Batı sömürgeciliğindeki askerî ağırlık geriledi. Şahsi menfaatlerin, zevk ve arzuların tatminine yönelmek Batı insanındaki savaş ruhunun düşmesine ve askerî savaşların külfetinin yükselmesine yol açtı.

 

Amerika’nın askerî sözcüleri, eş zamanlı olarak yapılan iki hava indirme operasyonunun, bütün enerjilerini tükettiğini açıkladılar. Üstelik bunlar küçük hacimli operasyonlardı. Ancak operasyonun kendisi küçük olmasına rağmen, silahlı kuvvetlerdeki hizmet kesimi –tıpkı modern tüketim toplumlarında olduğu gibi- çok büyüktür. Operasyon sırasında bir Amerikan askerinin inişi, bazen sayısı onu bulan birçok askerin hizmetini gerektiriyor. Yani buna göre on asker indirmek, ayrıca elli ile yüz arasında değişen başka askerin de hizmetini gerektiriyor. (Bu kapsamda körfez savaşı, -refah seviyesindeki oranın yüksekliğinden dolayı- trajedi ile eğlencenin bir karışımıdır).

 

Batı’nın askeri hâkimiyeti de gerilemiştir. Bunun sebebi Kuzey Kore, Çin ve –belki de- Pakistan gibi, Batı’nın tahakkümüne boyun eğmeyen vurucu askerî güce ve nükleer güce sahip devletlerin ortaya çıkmasıdır.

 

Diğer taraftan Batı, özellikle de Vietnam’daki acı deneyimden (aynı şekilde Filistin’de devam eden intifada deneyiminden ve Afganistan’daki başarılı deneyimden) sonra gayri resmi savaşçı güçlerle askerî olarak karşı karşıya gelmenin faydasızlığını idrak etmiştir.

 

Batı’nın askerî hâkimiyetinin gerilemesinde, kimyevî başlık takılabilen füzeler gibi, (bir yorumcunun fakirlerin bombası olarak tanımladığı) ucuz kitle imha silahlarının ortaya çıkışı da etkili olmuştur. Hatta Afganistan savaşı, fedaî grupların, kullanımı uzmanlık ve eğitim kursları gerektirmeyen, tahrip gücü yüksek silahlar elde etmedeki başarısını da ispat etmiştir.

 

Kültürel Alan

 

Batı’nın kültürel alandaki merkezîliği de gerilemiştir. Bunun sebebi, üçüncü dünya ülkelerinde ulusal diriliş hareketlerinin ortaya çıkması, kendi kültürüne sahip olma bilincinin yükselmesi ve Batı’nın içinde bulunduğu krizdir. Bu krizden dolayı artık Batı, altmışlı yıllarda sahip olduğu, başarılı ve cazip bir model olma özelliğini kaybetmiştir. Bizzat Batı dünyasının içinde, Batı’nın kültürel egemenliğini ve merkezîliğini kabul etmeyen kültürel azınlıkların ortaya çıkışı da bu duruma yardım etmiştir.

 

Bu durum tam da Batı medeniyetinin derin bir kriz içinde bulunduğu ve geçmişten farklı olarak kendinden emin olmadığı bir dönemde meydana gelmiştir. Kültürel göreceliğin yaygınlaşması; dünyada yeni ekonomik, askerî ve kültürel merkezlerin ortaya çıkması ve içerdeki toplumsal krizlerin  (suç – ailenin parçalanması- aids – uyuşturucu – serbestlik gibi) büyümesi de bu gelişmelere eşlik etmiştir. Bu yüzden Batı dünyasının önderlerinin, yakın geçmişte olduğu gibi, artık beyaz adamın üstünlüğünden bahsedecek güçleri kalmadı.

 

Bununla birlikte Batı,  bilgi ve iletişim sahasında gerçekleştirilen devrimlerin, -filimler, kitaplar, görsel materyaller ve araştırma merkezleriyle birlikte- kendi kabuğunu kırmak ve büyük oranda Batı içinde mahsur kalan, Batı’nın değerler manzumesini dünyanın her yerine nakletme konusunda büyük bir güce sahip olduğunu mülahaza etti.

 

Batı, üçüncü dünya ülkelerinde, “ismen” kendi toplumlarına, -görüşleri, bilgi birikimleri, beklentileri ve yaşam tarzlarıyla ise- “fiilen” Batı dünyasına mensup olan bir seçkinler topluluğunun ortaya çıktığının farkına vardı. Bu arada gözlemlenen bir husus da, milliyetçilik bilincinin yükselişine, laikliğin ve dünyanın her yerindeki Amerikan etkisinin yükselişinin de eşlik ettiğidir.

 

Böylece kültürel seçkinlerin çoğundaki kopuş gerçekleşti ve bu durum onların çocuklarına da hâkim oldu. Sonunda Amerikan rüyası, halkın önemli bir kesimine sirayet etmeye başladı. Bazılarının kolonizm yerine, (Coca-cola’ya nispetle) Coca-Colanizm olarak isimlendirdikleri olgu budur. Yani Batı’nın değerler manzumesinin, askerî güç kullanma yoluna gitmeden, örneğin televizyon programlarıyla, insanların hayallerine ve akıllarına nüfuz edip onları istediği gibi şekillendirmesidir. Bu operasyonda bilgi devriminin de payı vardır.

 

Ekonomik Alan

 

Batı dünyasının lideri olan Amerika Birleşik Devletleri, borç problemi ve ticaret dengesindeki açıklarla karşı karşıya bulunuyor. Amerika’nın borçları üç trilyon dolardan fazladır ve Amerika’nın dünya üretimindeki genel payı da üçte bire düşmüştür.

 

Bazı ekonomistler, 2000 yılının girmesiyle Amerika’nın, genel ulusal üretimlerinde ve ihracatlarında Amerika’yı geçecek olan Avrupa ve Japonya’nın ardından üçüncü ekonomik güç olacağı öngörüsünde bulunmuşlardı.

 

Bu durum, Japonya, Çin, Malezya ve diğerleri gibi, kendilerini Batı egemenliğinin ağı dışında geliştiren ekonomik merkezlerin ortaya çıkmaya başladığı bir zamanda meydana geldi.

 

Batı, üçüncü dünya ülkelerinden pek çoğunun, ekonomik çıkarları konusunda bilinçlendiğini, yerel pazarların ve buralara hâkim olma araçlarının farkına vardığını, yine hükümetlerin idaresindeki, iç ve dış verimliliklerindeki araçlar konusunda bilinçlendiklerini gördü. Üçüncü dünya ülkelerinin pek çoğu, eski yağma ve sömürge operasyonlarının yürütülmesini çok zor ve hatta imkânsız kılan yerel ve ithal tecrübelere sahip hale geldi.

 

Batı ekonomisinin gelişmesi ve Batı pazarının yayılması, bir çeşit uluslararası ekonominin ortaya çıkmasına yol açtı. Gerçekte bu, faaliyet alanı bütün devletler olan Batı ekonomisidir. Yine -çok büyük sayılardaki görevliler ve bu durumdan yararlananlarla birlikte- Batı sermayesini her yere taşıyan kıtalar arası şirketler ortaya çıktı. Bu şirketler, başkalarını şekillendirmenin aracı olan tüketim modelini de kendileriyle birlikte Batı pazarlarına taşıdılar.

 

Batı insanı, sadece küresel çerçevede yüzleşilebilecek ve üçüncü dünya hükümetleriyle ilişki içine girmeyi gerektirecek yeni meselelerin ortaya çıktığını gördü. Artık ilerlemenin bedeli, sadece bir nehrin kirlenmesi veya bazı insanların ciğerlerinden rahatsızlanması olmuyor; şimdi ozon tabakasının delinmesi ve atmosferin ısınması gibi küresel boyuttaki problemleri dinlemeye başladık.

 

Eski Batı sömürgeciliği döneminde, Batı insanı, ilerlemenin faturasını Doğu’ya gönderiyor ve meseleyi unutuyordu. Ancak şimdi ozon tabakasının delinmesi doğu ile batı arasında bir fark tanımıyor ve insana, bütün beşeriyeti kuşatacak bir yok oluşu hatırlatıyor.

 

Örneğin ilerlemenin negatif sonuçlarından biri olarak uyuşturucu, dünyanın (olumsuz yöndeki) değişiminde pay sahibi olan etkenlerden biri anlamına geliyor. 19. yüzyılda İngiliz sömürgeciliği birinci ve ikinci afyon savaşlarıyla Çinlileri silah zoruyla afyon satın almaya ve kullanmaya mecbur ederek kendisine kazanç sağlıyordu. Buna rağmen İngiliz toplumu kendi muhafazakâr ahlakını korumaya devam ediyordu. Hatta altmışlarda Amerikan polisi, New York’un siyah semti Harlem’de uyuşturucu bulunmasına çok fazla da engel olmuyordu; bunu toplumsal kontrol şekillerinden biri olarak kabul ediyordu.

 

Ancak şimdi Kolombiya’da Pablo Escobar liderliğindeki uyuşturucu kartelinin, -aynı şekilde Altın Üçgen’in (Tayland, Myanmar ve Laos ekseni)- elleri, New York’taki ve Londra’daki beyaz orta sınıfın çocuklarına kadar ulaşıyor. Çernobil’in radyasyonlu bölgesine ekilen uyuşturucular –ki arazinin bu özelliğinden dolayı kanser hızıyla gelişip büyüyor- her yere ulaşıyor.

 

Bütün bu olanlar, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkması ve (Rusya – Japonya – Batı dünyasının temsil ettiği) büyük güçler arasındaki ideolojik buluşma değildir; bilakis bütün bunlar aynı zamanda Batı’nın merkezîliğinin gerilemesi ve güçlülük oranları değişen yeni merkezlerin ortaya çıkmasıdır. Yine Batı bütün bunların ve kendisine direnen güçlerdeki zayıf noktaların farkına varmıştır.

 

Bütün bunlar Batı’nın yeni bir strateji benimsemesine yol açtı; bu, Yeni Dünya Sömürgeciliği’dir. Bu stratejiye göre, -imkânlar ölçüsünde- yok etmek yerine bölüp parçalamak, kaba kuvvet yerine baştan çıkarmak ve fitneye düşürmek taktikleri kullanılıyor. Çünkü halkın iradesini yok etmek, tamamen imkânsız olmasa da, son derece külfetlidir.

 

Baştan çıkarmanın özünü, ötekini, Batı sömürgeciliğinin kazanç elde etme, hatta yağmalama operasyonlarına, kendilerinin de ortak olduğu ve bu operasyonlardan kendilerinin de yararlanacakları vehmini hissettirmek oluşturuyor.

 

Bu şekilde seçkinler ve hatta bizzat halkın kendisi, yozlaştırma ve rüşvetle baştan çıkarılmaya çalışılır. Bu işlem ya Batılı basın araçlarıyla doğrudan, ya da yerel seçkinler eliyle yürütülür.

 

Aynı anda, sömürgeciliğe veya Batı hâkimiyetine karşı çeşitli halk gruplarını bir araya getiren bir çerçeve olarak, ulusal devleti parçalama operasyonları da yükselişe geçer. Bu operasyonlar, uluslararası örgütler tarafından veya azınlıkları ve sınır problemlerini harekete geçirmek gibi yollarla yapılır. 

 

Ben ve öteki şeklindeki ikili ayrımdan hareketle, Eski Sömürgeci Düzen, dünyanın her yerinde modernleştirme operasyonlarında başarılı olmaya çalıştı. Bütün bunlar Batı dünyasının ileri, üreten ve tüketen bir toplum olması; üçüncü dünyanın ise geri, ilkel, hammadde ve ucuz işgücü ihraç eden, Avrupa’nın bazı ürünlerinin ise zayıf tüketicisi olan bir toplum olması için yapılıyordu.

 

Uluslararası tüketim çağının zamandaşı olan Yeni Sömürgeci Düzen ise, bütün dünyanın bir fabrikaya ve süper markete çevrilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyor. Bu yüzden yeryüzündeki halkların, -yarı üreten, yarı tüketen bir hale gelmesi için- yeteri kadar ilerlemeleri gerekir. Çünkü Necid çöllerindeki bedeviler ve Amerika’daki Kızılderililer uluslararası tüketim şeklinde ortaya çıkan Yeni Sömürgeci Düzen’in önünde engel teşkil ediyorlar. Bunlar, ne hamburgere, ne arabaya, ne de videoya ihtiyaç duymazlar. Dolayısıyla aç bırakılmaları, mahrum bırakılmaları ve baskı altına alınmaları da mümkün olmaz. Onlar, boşluk kabul etmeyen bir alete benzeyen sistemde, boşluk teşkil ediyorlar.

 

İşte bu gibi fakirler, bağımsız durumda olup, hem kültürel yapılarını ve mutlak değerlerini koruma gücüne sahiptirler ve hem de kendileriyle ve tabiatla dengeli bir ilişki içindedirler. Bu ise dünya düzenini tehdit eden bir durumdur. Bu yüzden herkesin mutlaka ilerlemesi ve herkesin mutlaka Dünya Düzeni’nin içine girmesi gerekir.

 

İlerleme ise, ekonomik bolluk ve rahatlık hayallerinin satılması, zevklerin büyütülmesi veya vaat edilmesi, tüketime ve cinsi arzulara olan isteğin sürekli olarak artırılması yoluyla gerçekleştirilir. Bunlar ise televizyon yayınları, içerdeki ve dışarıdaki basın organlarıyla sağlanır.

 

Ancak “ilerleme”nin, farklılıkların ve tüketim değerlerinin hükmettiği Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu (IMF) şemsiye altında gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu yüzden bağımsız ilerlemelere izin verilmemesi şarttır; çünkü bu durum da Dünya Düzeni’nde bir boşluk meydana getiriyor. Bu boşluk çokuluslu şirketlerin büyümesini durdurabilir ve Dünya Bankası şemsiyesi altındaki ilerlemeyi engelleyebilir.

 

Yeni Dünya Düzeni çerçevesindeki ilerleme ise, üçüncü dünya halklarının yarı üreten, yarı tüketen toplumlar olmalarını garanti altına alacak ve böylece Batı’ya olan bağımlılıkları devam edecektir.

 

Şüphesiz üçüncü dünya ülkeleri halklarının maruz kaldığı, tüketime yönelik beklentilerin ve cinsi arzuların artırılması operasyonları, her şeyden önce sermaye birikimini imkansız kılacak ve devrim enerjisini dağıtıp heba edecektir. Böylece yükselişe ve cihada olan rağbet kaybolup gidecektir.

 

Dünyayı büyük bir pazara dönüştüren küresel tüketimciliği, arz ve talep kanunları, maddi menfaatlerin ve zevklerin büyütülmesi yüceltiyor. Bu şekilde bütün dünyanın bir fabrika haline gelmesi en rağbet edilen durum oluyor.

 

Bu küresel tüketimcilik, sınırların açılmasını, değerlerin ve referansların tamamen yok olup gitmesini kendi çıkarlarına uygun buldu. Böylece herkes, bir üretim ve tüketim arcına dönüşmesine engel olacak bütün özelliklerini kaybetmiş olacaktır.

 

İşte seçici bir şekilde demokrasiden bahsetmek de buradan kaynaklanıyor. Çünkü o, sınırların açılması ve merkeziyetçi küçük ulusal devletlerin zayıflatılması noktasında Yeni Dünya Tüketim Düzeni’nin bir aracıdır. Bu araçla –Dünya Tüketim Düzeni tarafından- insan yönlendirilir, insanî ve ahlâkî bütün engeller ortadan kaldırılır.

 

Sonunda her şey eşit ve göreceli hale gelir; bedenler maddeye, akıl alete, dünya araziye ve vatanlar otele dönüşür. Herkes bir tarağın dişleri gibi eşit hale gelir; şahsiyet yükünden, vicdan yükünden ve kompleks ahlâki tercihlerin yükünden kurtulurlar.

 

Burada şöyle bir şeyi gözlemliyoruz: Kaybolup giden, bir ulusun özelliğinin bizzat kendisi değil, bilakis özellik mefhumunun kendisidir. Bizzat tarihin kendisi değil, tarih düşüncesinin kendisidir. Kimliğin kendisi değil, bütün kimliklerdir. Değerler manzumesinin kendisi değil, değer düşüncesinin kendisidir. Bir beşer türünün kendisi değil, mutlak insan düşüncesinin kendisidir. İnsan, kendisinden daha düşük olana döndürülmesi mümkün olmayan kompleks bir varlıktır. Bütün referanslar kaybolmuş ve ne özelliklerin ne de bir merkezin bulunmadığı bir dünya ortaya çıkmıştır.

 

 

Türkçesi: Halil KENDİR