Tahta çıktığı 1876’dan tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten II. Abdulhamid’in, imparatorluğun son mutlak monarkı’nın hayat ve siyaseti hakkında geçen yıl Arap basınında yer yer makaleler yayınlandı.

İmparatorluğun çöküşünden onlarca yıl sonra, bilhassa da Arap cumhuriyetleri emekleme dönemindeyken, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilâyetlerinin ama özellikle de Osmanlı Suriyesi’nin belini büken zorlukların büyük bir bölümünden mes’ul tutulan kişi II. Abdulhamid idi.

II. Abdulhamid, televizyon dizilerinde veya romanlarda bir dizi yoz Arap memuru ve de İstanbul’daki Yıldız Sarayı’nın yüksek duvarları ardındaki şahsına doğrudan bilgi veren dev casus şebekesini yönetmekte olan otokrat bir müstebit olarak tasvir edildi. Fakat Arap uzmanlar, modern tarihin o dönemini yeniden ziyaret ederken Abdulhamid hakkında daha dengeli bir kıymet takdiri ortaya çıkıyor.

Yayınlanan son makalelerde, I. Dünya Savaşı öncesinde Sultan’ın Siyonistlere Filistin’de toprak satışını reddedişi epey aydınlatıldı. Abdulhamid, bu teklifi geri çevirdikten sonra, Filistin’de toprak satın alma hakkı karşılığında imparatorluğun borçlarını ödemeyi ve bir donanma inşa etmeyi teklif eden Yahudi banker Mizray Kursow’la görüşmeyi de reddetmişti. Vakanın Arap ve Türk anlatımlarına göre Abdulhamid, yaverlerinden birine “o nezâketsiz Yahudilere, kutsal toprakları Yahudilere satmak gibi bir tarihi kara lekeyi ve milletimin bana tevdi ettiği sorumluluk ve emânete ihanet suçunu yüklenmeyeceğimi söyle” demiştir.

Bir zamanlar tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen Abdulhamid artık uzak görüşlü ve Siyonistlerin Filistin’deki emellerine karşı koyduğu için tahtını kaybetmiş bir yönetici olarak gözler önüne seriliyor. Geçip giden zaman, bu uzmanların kendi tarihlerine Arap ulusçuluğunun duygusal engellerine takılmadan bakabilmelerini sağladı. Osmanlı geçmişiyle apaçık bir şekilde gurur duyan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde Araplarla ilişkilerin samimiyet kazanması da bu revizyonist tarihe katkıda bulunmuştur.

11 Ağustos 2010’da Arap uydu kanallarında Adulhamid’in hayat ve kariyerini anlatan bir Arap dizisi yayınlanmaya başladı. Halife’nin Düşüşü (Suqut al-Khilafa ) adlı dizi, Sultan hakkında pembe bir tablo çizmekte ve 1994 yılında gösterime giren, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zorlukları, yokluğu, işkence ve tutuklamaları konu edinen Bu Toprakların Çocukları (Ukhwat al-Turab) adlı filmden apaçık ayrılmaktadır.

Olumlu muamele birkaç yıldır geliyorum demekteydi zaten. Suriye lehçesinde seslendirilmiş, yakışıklı erkeklerin ve çekici kadınların yer aldığı popüler Türk dizileri iki yıl önce ansızın Arap kanallarında boy göstermeye başladı ve Arapların Türkler hakkındaki klişelerini yıktı. Şimdi de başrolde Suriyeli ünlü aktör Abbas Nuri’nin II. Abdulhamid’i canlandırdığı Mısır yapımı (yapımcıları Iraklıdır) Halife’nin Düşüşü yayınlanmaya başladı. Osmanlı Sultanı, samimi, metin, çekici ve ister Osmanlı Türkü isterse Osmanlı Arap’ı olsun, tüm tebâsının üzerine titreyen adanmış bir Müslüman ulusçu olarak tasvir ediliyor.

Bu arada, Arap ve Türk uzmanlar, forumlarda ve özel sohbetlerde Osmanlı’nın son 10 yılını tartışıyor, I. Dünya Savaşı sırasında Arapları ele alırken ne Osmanlı’nın ne de Arapların yüzde 100 doğru olmadığını düşünüyorlar.

Arap dünyası ve Türkiye arasındaki sıcak ilişkiler semeresini ciddi kültürel yakınlaşma olarak vermeye başladı gerçekten de. Arap dünyasıyla artan ticarete ve Filistin konusunda siyasi eşgüdüme ilave olarak, Türkiye tam altı Arap ülkesiyle – Suriye, Lübnan, Libya, Fas, Tunus ve Ürdün - vize uygulamasını kaldırdı. Erdoğan, Avrupa ülkelerinin 1985’te Lüksemburg’da imzaladıkları anlaşmaya benzer “bölgesel Şengen” sisteminin işlediğini söyleyerek bunu en iyi şekilde tanımladı.

Bu sistem Türkiye ve Arap ülkelerini Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşünden beri hiç olmadığı kadar tıpkı Osmanlı’da oldukları gibi birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Erdoğan, Osmanlı’nın son on yılı ve sonrasındaki pürüzlü tarihe rağmen Türk hâkimiyetinin ve bir bütün olarak Osmanlı mirâsının Arap tarihinde yaftalandığı kadar kötü olmadığını son sekiz yıl boyunca Araplara hatırlattı.

Erdoğan, Türk ulusal çıkarlarını savunmanın coğrafi, tarihi, siyasi ve kültürel yakınlığa bakınca Suriye, Lübnan ve Filistin çıkarlarını savunmaktan farksız olduğunu defalarca söylemiştir. Şam ve Beyrut’ta bulunan en güzel binalar her şeyden evvel Osmanlı döneminde inşa edilmiştir ve Suriye’nin başkentindeki Hamidiye çarşısı, II. Abdulhamid’in selefi I. Abdulhamid’in ismini taşımaktadır.

Osmanlı’dan kalma pek çok kanun, ticaret kanunları, kamu yönetimi kuralları 20 yüzyıla kadar sarkmıştır. Arap kültürüne zararlı diyerek yıllarca her hangi bir Osmanlı etkisini silme gayretine rağmen Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı üzerinde varlığını koruyan Osmanlı etkisi görmezden gelinemez.

II. Abdulhamid dönemini yaşayanlar birkaç istisnayla bu dünyadan göçüp gittiler. Fakat hükmedici kişiliği sayesinde pek çok şey halen biliniyor. Sultan’ın damadı 1920’lerin ortasında Suriye Başbakanı olarak kısa bir süre görev aldı. Birinci dereceden yakınları 1960’lara kadar Şam’a gidip gelmeyi sürdürdüler.

Sultan’ın maiyetinde bulunanların aile fertleri, Âbidler, Azm’lar, Yusuflar, 1963’e kadar Suriye siyasetine hâkimdiler. Sultanı televizyon ekranında görmek, II. Abdulhamid’i Arap ve Müslüman tarihinin neresine koyabileceğimiz hakkında sağlıklı bir tarihi tartışmanın kıvılcımını çaktı. Abdulhamid’in görüntüsü, hem hayranlarına hem de eleştirmenlerine, hoşlansalar da hoşlanmasalar da, Arap ülkeleri ve Türkiye’nin ayrılamaz olduğunu hatırlatmaktadır.


Kaynak: Asia Times

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın