Özgür Araplarla ilgili ABD Başkanı Barack Obama, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve diğer Batılı liderlerin hâlâ tam olarak anlamadığı veya kucaklamadığı şey nedir? ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasını açıkça ortaya koyacağı tarihi bir konuşma veya yeni bir açıklama, yeni bir girişim ya da samimi bir televizyon röportajını beklememizi söyleyip duruyorlar, fakat o kader anı bir türlü gelmek bilmiyor. ABD, Arapların kitleler halinde kendi özgürlükleri ve hakları için ayağa kalktığı bu tarihi değişim anı karşısında ne yapacağını şaşırmış görünüyor. Bütün insanlık adına özgürlük havariliği taslayanların, Arap dünyasının bütününe yönelik özgürlüğü teşvik edici bir dış politika yürütmek konusunda sergilediği tereddüt çok vahim.
Hoş ama boş laf salatası
Dürüst olmak gerekirse, bu tavrı takınanlar Amerikalılardan ibaret değil. Avrupalılar, Türkler ve diğer özgürlük âşığı demokratlar da Arapların özgürlük ve vatandaşlık hakları için başlattığı isyanları cımbızlama usulüyle ve daimi bir tereddütle destekledi. Gelinen noktada Obama’nın bu hafta Usame Bin Ladin’in öldürülmesiden hemen sonra, ülkesinin Ortadoğu’ya ve genel manada İslam dünyasına yaklaşımını ortaya koyan çok önemli bir konuşma yapacağını duyduğumuzda ne beklemeliyiz?
Yine hoş laflar dinleyeceğiz. Bir kulağımız Obama’nın ağzından çıkanlarda, diğeri Ortadoğu’nun dört bir tarafında, Obama ve diğerlerinin sürekli bizi birleştiren ortak değerlerimiz olduğunu söylediği özgürlük ve demokrasiye ulaşmak için mücadele eden, acı çeken ve ölen binlerce kişinin ne yaptığında olacak.
Ancak Washington’ın Arap Baharı’na yaklaşımı, Batı dünyasının büyük bölümünde var olan ve benim de gazeteciler, diplomatlar ve araştırmacılarla tartışmalarımda şahsen tecrübe ettiğim bir sorunu yansıtıyor. Birçok Batı hükümetinin Arap meselelerine yönelik muamelesi, aynı eski ve çirkin çifte standart sorununu açığa vuruyor.
Sorun, Arapların özgürlük, hak ve haysiyet mücadelesinin dışarıdaki pek çokları tarafından ilgi çekici, hatta tüyler ürpertici bir televizyon dizisi olarak algılanması –fakat Batılı ülkelerin dünyasının çok uzağında duran ve daha da önemlisi mücadele eden insanların, siyasi hareketlerin ve toplumsal güçlerin yaşadıklarının görüş menzilinin ötesinde kaldığı bir dizi bu. Batı, Arap isyancılara sözgelimi 1970’ler ve 80’lerde Sovyet muhaliflere kucak açtığı açıklıkla destek vermiyor. Batılılar, Arapların hak ve özgürlüklerine sarih ve tutarlı biçimde bakmıyor. İş bilhassa İsrail veya petrole gelince, Arap özgürlüğü daha önemli Batı çıkarlarına kurban ediliyor.
Batılı güçler ve diğer dünya demokrasilerinin Arap Baharı’nın kritik bir dönüm noktasına geldiği bugün, iki temel noktayı idrak etmesi ve bu noktalar üzerinden hareket etmesi gerektiği kanaatindeyim. Tunus ve Mısır, demokrasiye geçiş döneminde; Yemen ve Libya birkaç ay içinde bu noktaya gelecek; Suriye, Bahreyn ve (daha düşük düzeyde) Ürdün, Fas ve Umman’da sonuçları belirsiz mücadeleler sürüyor.
Nice baharlar geldi geçti
Velhasıl birinci nokta, Arap Baharı’nı uzun dönemli bir süreç olarak görmek ve demokratik değişim ivmesi yavaşladığında bildik diktatörlerle ve muktedir haydutlarla uzlaşıp tekrar onlarla iş görmeye başlamamak. Arap Baharı, isim babası gibi, yani 1968 Prag Baharı gibi görülmeli: Vatandaşlık hakları için nicedir var olan taleplerin nihayet su yüzüne çıktığı, ancak silah zoruyla bastırılabilen tarihi bir patlama.
Arap dünyası, eski Sovyet imparatorluğuna benziyor: 1950’lerin ortasındaki Macar isyanı, Çekoslovakya’daki 1968 Prag Baharı, Polonya’daki 1980 Dayanışma hareketi ve bütün bu on yıllar boyunca ortaya çıkan Rus muhalifler, sonunda bir zirveye ulaştı ve 1989-1990’da Sovyet otoriterliğinin çöküşüne zemin hazırladı. Bu aşamalı, fakat birikerek ilerleyen bir süreçti; nice baharları korkunç baskı kışları takip etti, tıpkı bugün Arap dünyasının dört bir köşesinde tanık olduğumuz gibi.
İkinci noktaysa şu: Özgürlüğün onca cazip nitelikleri arasında en önemlisi, özgürlüğün bölünemez bir bütün olmasıdır. Hakları için mücadele edip ölen Araplara yönelik Amerikan politikasının temelini bu oluşturmalıdır. Obama konuşmasında bizi, hepimizin bildiği ve inandığıyla sıkmamalı, aşağılamamalı.
İslam’ın ihtişamına veya Arapların onurlu tarihine ya da kaliteli eğitimin ve liberal ticaret sistemlerinin ortak faydalarına dair nutuklara ihtiyacımız yok. Özgür seçimlerin, şeffaflığın veya anayasal sistemin yararlarına dair derslere ihtiyacımız yok. Çıldırmış terörist tarikatların akıldışı dünyasına dair oyalayıcı laflara ihtiyacımız yok. Şaşkına dönmüş dışişleri bakanlarının Arap otokratlardan kendi halklarına karşı biraz daha az güç kullanmalarını rica ettiği ‘durumu kurtarma’ kabilinden yumuşak tepkilere de ihtiyacımız yok.
Özgürlük, bütün insanların hakkı
Güçlü Batı demokrasilerinden istediğimiz tek şey, şunu açıkça ve kuşkuya yer bırakmayacak biçimde söyleyecek yeni bir cesaret, dürüstlük ve kendisi için de hayırlı olacak bir akıl sergilemeleri: Özgürlük, bütün insanların doğuştan gelen hakkıdır ve ABD vaktiyle Sovyet muhalifler için yaptığı gibi, Araplar ve İranlılar da dahil, bu haklar doğrultusunda mücadele edenleri mutlak bir biçimde ve ayırt etmeksizin destekler.
Obama, Washington’ın özgürlükleri için mücadele edenleri ve bu özgürlüklerden onları mahrum bırakanlara karşı ayağa kalkanları, aktif biçimde destekleyeceğini söylemeli. Arapların ve diğerlerinin kendi özgürlüklerini kazanmayı başaracağını görecektir; tıpkı Sovyetler’e boyun eğen kurbanların yaptığı gibi.
Bu noktada, herkesin mutluluğu ve selameti için uzanıp alınması gereken sihirli bir anahtar var: Özgürlüğün bölünemez bir bütün olduğunu görmek. Kendinden menkul özgürlük havarilerinin, Arap dünyasında milyonlarca insanın bugün uğruna mücadele edip ölmeye hazır olduğu bu basit gerçeği idrak etmesi ve dış politikalarının temeli haline getirmesi neden bu kadar zor? (14 Mayıs 2011)
Kaynak: Radikal