Hürriyet yazarı Taha Akyol ‘Harbe nasıl girdik?’ başlıklı makalesinde Birinci Dünya Savaşına giriş serencamımızı anlatıyor. Burada temel başvuru kaynağı olarak Altay Cengizer’in ‘Adil Hafızanın Işığında’ kitabını tahlil ediyor. Kitabın ana tezi ve teması İttihatçıların zorunlu bir biçimde Almanlarla ortak olduğu yönünde. Yoksa Taha Akyol’un da parmak bastığı gibi, bir zamanlar temel tez olan hayranlıktan değil, zorunluluktan Almanlarla ortak oluyoruz. Almanlar da Türkler de aslında hem zoraki hem gönülsüz müttefik! Daha doğrusu kaderleri, ortak ediyor ve silah arkadaşı oluyorlar. Bunun temel bir nedeni var. Daha önce Rus yayılmacılığı ve Rusların sıcak denizlere sarkması ihtimaline karşı İngilizler 1890’lardan itibaren bu klasik politikalarını terk ediyorlar. Osmanlıları savunmak yerine Ruslarla paylaşmayı esas almaya başlıyorlar. Avrupa’yı Türklerden ve Almanlardan arındırarak siyasi olarak Rus nüfuzuna peşkeş çekiyorlar. Kıta üzerine rekabet nedeniyle de güçlü unsur olarak Almanların yerine Rusları ikame etmek İngilizlerin tercihli politikaları haline geliyor. Türklerin aczinden tam tersine Almanların da yükselen gücünden dolayı İngilizler Avrupa politikasında makas değişikliğine gidiyorlar. Bunun sonucu merkezin ya da Avrupa merkezinin efendileri değişmiş ve Osmanlıların ve Almanların yerini Ruslar almıştır. Bu İngilizlerin bilinçli bir politikasıdır. İngilizler İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu politikayı ikame için yanlarına Amerikalıları da almışlardır. Soğuk Savaş sonrası da ‘tercihli Rus müttefiki’ yaklaşımı değişmemiştir. Batı SSCB’den kopan uçlara yeteri kadar destek vermemiş ve Rusları kollamaya devam etmiştir. Rus varlığı dağılsa da gölgesi devam etmiştir. Bölgesinde Rusya’nın tek nükleer güç olarak kalmasına özen gösterilmiştir. Nükleer silahların Rusya’nın dışına yayılmasına veya kalmasına izin verilmemiştir. Ukrayna ve Kazakistan Batı tarafından da ikna edilerek nükleer silahlarından vazgeçmiştir. Bu Rusların önünü açık bırakmıştır. Petrol silahıyla birlikte Ruslar yeniden bölgenin tehlikeli unsuru haline gelmişlerdir.
*
Soğuk Savaş sonrasında Almanların iki hamlesinden bahsetmek mümkündür. Bunu sadece hamle olarak okumak da doğru değildir. Şartlar oluşmuş ve Rusya’nın Avrupa’yı elinde tutma iradesi aşınmıştır. Baştan beri Ruslar kendilerine ait olmayan topraklarda iğreti olarak var olmuşlar ve bölgeyi hazmetmekte zorlanmışlardır. Bu hazımsızlık ise 1991 yılında infilakla sonuçlanmış ve Ruslar Berlin ile Beyaz Rusya arasındaki bölgeyi kaybetmişlerdir. Buna mukabil, Almanlar şarka doğru sarkmaya devam etmişlerdir. Almanlar 1871 yılından beri şarka sarkma politikası izlemişlerdir ve bu politika Lebensraum olarak anılmıştır. Alman ekolünden sayılan Mesut Yılmaz da bazı defalar bu kavramı atıfta bulunmuştur. Yüzyıl sonra Almanlar geri vitese takarak bu politikayı yeniden güncellemişler ve sosyalist şansölyelerden Willy Brandt, Ostpolitik yani sarkma yerine şarka açılma politikasını dizayn etmiştir. Bu en azından Amerika’dan bağımsız olarak Rus politikası izlenmesinin önünü açmıştır. Bunun üzerinden çok geçmeden Berlin Duvarı çökmüş ve Almanlar yeniden parçalanan birliklerini tamir etmişlerdir. Almanlar Ruslarla birlikte Avrupa karasının efendileri olmakla birlikte aralarındaki ilişkileri bir dargın bir barışık vaziyette devam etmiştir. İki tarafın da kara Avrupa’sına yönelik hamleleri devam etmektedir. Lakin Almanlar yumuşak ve sofistike güçlerini kullanırken Putin ve Rusya haşin güce başvuruyor.
*
Soğuk Savaşın hitamından sonra Almanya’nın çevresi boşaldı. Geçirmez Balkanlar’ın efendileri olan Sırplar Tito’dan sonra Yugoslavya’yı ellerinde tutamamışlar ve Berlin Duvarından sonra Yugoslavya çeperi de çökmüş; altından çıkan yeni cumhuriyetlerin bir kısmı da Almanya’ya meyletmiştir. Zaten Çetniklerle Ustaşaların çekişmesi İkinci Dünya Savaşının geriye bıraktığı döküntü ve kalıntılardan başka bir şey değildi. İkinci Dünya Savaşı taksit taksit devam etti. Almanlar iki hamlede hem birliklerini tamamlamışlar hem de eski Yugoslavya sınırlarına yayılmışlardı. Putin’le birlikte toparlanan yeni Rusya ise çevresine sarkma hamlelerine başlamış ve Gürcistan ile Ukrayna’da azınlıklar üzerinden bilvekale savaşları yürütmüştür. Bununla birlikte Türkiye hala Avrupa yakasında bir hamle gücüne kavuşamamış bulunuyor.
Churchill tarafından söküldüğümüz Ortadoğu’da ise tecil edilen bir durumla karşı karşıyayız. Arap Baharı ile birlikte Türkiye kayda değer bir hamle gücü geliştirememiştir. Bunda iki neden var. Rejim olarak uygun olmayışımız ve iktidar olarak da hazır bulunmayışımızdır.