İnsan bir ırka, bir ülkeye sığmaz, sığdırılamaz. Sınırları ve sınırlamaları aşma yeteneğine sahip varlık olarak insana dünyaya da sığmaz. İnsanın insana benzerliği, aynı hamurdan yapılan ekmeklerin benzerliği gibidir.
İnsani insandan ayıran temel faktör tercihidir. İradesiyle büyük soruya vermiş olduğu cevap insanı diğerlerinden farklı kılar.
Dünyada bulunuş amacını bir yaratıcıya bağlayan ve ondan gelen ölçüyü tasdik edenle, karşı çıkan çok sayıdaki çeşitlilik arasında, telif edilemez bir fark oluşur. İnsanlar aynı iş yerini, aynı apartmanı paylaşsalar dahi bu fark varlığını korur. Bu fark, yani ontolojik konumlanmanın varlığı, düşmanlığı gerektirmez, her konuda birlikteliğe de izin vermez.
Karşılıklı iletişim, çeşitli boyutlarda süren diyalog ortamı, sözün ve sözlerin ortaya çıkmasına aracılık etmiş olur. Sözün gücünün ortaya çıkması diğerlerinden ayrılması, lafız, eylem ve düşünsel cepheleriyle anlaşılmasıyla mümkün olabilir.
Bu durumda, vahyin lafızdan eyleme, oradan düşünceye sağlıklı akması, farklı tercihlerdeki insan fıtratını etkilemesi kuvvetle muhtemeldir. Kitabın; "Onlar sözü, dinler ve en güzeline uyarlar..." (Zümer- 18) dediği vasattan böylesi bir ortam anlaşılıyor.
Modern dünyanın fiziği bu ortama denk düşüyor, ancak bunun dışında ortaya çıkan hemen her durum çatışma potansiyeline sahip. İnanç, fikre ve kültürel vasatlar gittikçe daha çatışmacı bir hal alıyor.
Fıtratın dili ve kulağı, gürültü ve şiddetin üstesinden gelemiyor. İnsanlar arasında ortaya çıkan anlamsız farklılıkların, suni çatışmaya sebep olması, gelinen aşamanın tehlikesine işaret ediyor.
İnsanlar diledikleri iletişim imkan ve cihazı icat etsinler; dil ve kulak görevini yitirmişse, her şey yanlış anlaşılacaktır.
Öyle de oluyor.
İnsan her an patlamaya hazır bomba gibi. Gerilim içindeki insan, ona yönelen her söz ve bakışı tehdit olarak algılayan halet-i ruhiye içinde.
Dinlemek, düşünmek çok uzaklara göç etmiş. Bırakalım farklı ayrımları, aynı inancın farklı yorumları olan mezhepler, aynı ayetleri okurken birbirlerini yok etme delilleri üretebiliyorlar.
Ulus milliyetçiliğine sinen virüs, orada eksik bıraktığını mezhep asabiyesi ile gerçekleştirmeye yelteniyor ve bu tercihinde, kitaba rağmen, başarılı oluyor.
Burası durup düşünülecek, tek başına kalmak pahasına Kitab'a yaslanılacak yerdir. Suriye üzerinden, en yakıcı yerden, durumu analiz etmeye kalktığımızda yapılan yanlışları göremiyor ve konuşamıyorsak ortada bir yanlış var demektir.
Önceki yazılarda da konu ettiğimiz gibi, Müslümanın Müslümanı, öldürmesi kadar dehşetli bir durum olmasa gerek.
Gözü kararmış iki çatışandan daha sarsıcı olan üçüncülerin durumudur. Üçüncü pozisyondakiler, çok yakın örneklerden yola çıktığımızda görüyoruz ki, onlar da çatışan saflara eklemlenmişler.
Zalim sıfatı, duygunun insafıyla, kimine anında verilirken, kimine vermede cimri davranılıyor. Çatışmanın asıl kazananının kim olduğu aşikar ortadayken, görüntüler üzerinden zihni yönlendirme başarı olarak telakki ediliyor, çatışmalar üzerinden haklılık elde etme gayreti güdülüyor.
Halbuki, iki taraf da bir an kinden arınıp Kitab'a yönelse ve Habil ile Kabil kıssasını tekrar okusa, herşey bambaşka cereyana etmeye başlar.
Bilhassa üçüncü taraf bu tavırdan sorumludur. Alimleri evine kapanan, ortaya çıkanların da söyledikleri arasında insicam bulunmayan bir dönemde tekrar tekrar Kitab'a sarılmaktan başka çaremiz kalmadı.
Güneşli günde, her şeyin yolunda olduğu zamana mı aittir bu Kitap? Sorunların çözümünde, her an ve her mekanda hükmü geçmiyorsa, hakikat nedir o zaman?
Sorun, zor zamanı hesaba katmadan ve onun yakıcı yanını ortaya koymadan suni ve hemen düşmanlığa dönüşebilen bir kardeşlik söylemi ihdas etmemizde yatıyor.
Kardeş olamamak, kardeş görünmek... Fitneye malzeme olmak...
Cevdet Said, yakınlarını kaybetmiş, bedel ödemiş bir alim olarak, bir tavır ortaya koydu. İki tarafı kırmadan uyarma çabamızı, çok daha sarsıcı biçimde, hem de ateşin ortasındayken, sahih bir alim tavrıyla ortaya koydu.
En azından Türkiye'deki taraflaşma, canı yanmış bir alimin adaleti ayakta tutma çabasından ders çıkarır.
Kini tedavi etmek, öfkeyi bastırmak ve sabrı kuşanmak, Kitab'ın bize, bizim birbirimize telkin ederek başarabileceğimiz, Müslümanca ortamın özelliği değil mi?
Ulus bir hapishanedir, insan içine sığmaz. Mezhep milliyetçiliği aynı virüsün inançtan inşa ettiği, en az onun kadar yıkıcı bir hastalıktır.
Ehli kıbleyi, birbirini kırma hastalığına karşı korumak için, ana okulundan başlayan bir bilince ihtiyaç var.