Bütüncül güçlü bir teorinin, nasıl zelil pratikle temsil edildiği üzerinde durmak, çözümün yönüne ait fikir edinme imkanı sağlayabilir.
İnsanı bütün umdeleri ile ihata eden İslamın temsilinde yaşanan süreç, bir yetimlik bahsi olarak ele alınabilir.
On yedinci yüzyılda başlayan gerileme sürecinin birinci dünya savaşı ile parçalanan bedenle, ezilmiş, sindirilmiş ve talana açık hale geldi. Yerli ve yabancı, çiftcendereli dayatmalardan geçmenin belirgin ifadesi, halifesiz kalmakla simgelenebilir.
Parçalanmış bedende ortaya çıkan öze dönüş hareketleri, kendilerini batıyı öykünen modern bir algı içinde var etme çabası vermek zorunda kaldılar. İkili bir yapının varlığına işaret eden dayatma, akış içinde inanç ile eylem arasında uzak ara bir mesafe oluştu. İmanı Kitap düzenlerken fiili seküler dayatma üstlendi.
İslam toplumunun doğal seyirle, sivil bir duruşla önderlik misyonunu yürüten alim profili, açılan makasla boşluğa düştü.
Ortaya çıkan aydın tipolojisi, başka kültüre ait temsiliyetle, dünyadan yana formatlanmış duruşa sahipti. Aydın sınıfı söz söylemekle, fikir beyan etmekle görevini tamamladığını düşünen yapısıyla, mahiyetsiz, iğreti bir konuma haizdi. Aydın ortaya çıktığı kültürün temsilcisi olarak, temsiliyetini oluşturduğu zihin dünyasına toplumu entegre etme rolünü üstlenmekteydi.
Alim konumu itibariyle, İslam dünyasına ait profil olarak, kendini bilmenin sorumluluğuyla peygamberin varisi durumundadır.
Kitabı, modeli olan uleme, bilgiyi eylemle ve eylemlerin sonuçlarıyla düşünme durumundadır. Bilenle bilmeyenin bir olmayacağı vurgusu (Zümer – 9 ) bilgiyi hikmete taşıyan eylemi ve sonuçlarını ihata eder.
Alim ayağına gidilerek fetva istenen, siyasetten uzak, parçalı bilgiyle hareket etme durumuna bilginin akademiyaya has görülmesiyle düştü.
Akademik bilgi, kendi disiplini içinde hasıl olmayan farklı yöntemleri dikkate almıyor. Bilginin ideolojik önyargılarla yürümesinin imkanı olan bu durum, İlahiyat bahsi ile pek çok İslam ülkesinde yankı buldu.
Önderlik pozisyonundan bilirkişi durumuna indirgenen alim, içinde yaşadığı toplumun memuru haline geldi.
Peygamberin varisi durumundaki alim, her şeyden sorumlu olduğunu, daha ilim tahsil ederken bir bilinç olarak elde eder. Önünde duran sorunlarla yetinmez, yaklaşmakta olan tehlikeyi de sezer, toplumunu uyarır.
Alim bu haliyle bilgiyi aktarmakla yetinmez, onu hayat haline getirme sorumluluğunu üstlenir. Alimin ortaya koyacağı çözümün içinde kendi de vardır. Onu aydından ayıran önemli özelliklerden biri budur. Söyleyen değil, yapan, sonuçlarına katlanan, sorumluluk duygusunu bir an devretmeyen insan. Alimin yetişme pozisyonu, diploma veya yetiştiği disiplinle ölçülmez. Alim öngörülerine olan sadakati, sorumluluk duygusu ve ahlakıyla, önderliğini doğal bir akışta tebarüz ettirir.
Kur’an Allah’tan (c.c) en çok alimlerin korktuğunu söyler. (Fâtır - 28) Alimi bir kararda bırakmayan, körlenmesine izin vermeyen işte bu korku ve peygamber varisi olma idealidir.
Ayrı bir sınıf değildir ulema. Bilgisi ve sorumlu tavrı ile kabul gören, hiç kimseye bir belge ibra etme zorunluluğu olmayan alim, bilgisini hayra dönüştürerek insanlık için uyarıcı ve müjdeci bir konumda bulunur. Her alim aynı zamanda bir yönetici becerisine ve maslahata hakim bir dile sahip olması gerekir. “Onların işleri istişare iledir” (Şûra -38) vurgusu, “Sizden olana emir sahiplerine itaat” çağrısı (Nisa - 59) hep iki taraflı düşünülmeyi gerekli kılar. Başka bir ifadeyle, bizden olan emir sahibine Hz. Ömer’e hesap sorulduğu gibi hesap sorabilecek miyiz? Şurayı işlevsel kılıyor mu? O emir sahibi idaresinde insanı şerefli bir varlık olarak görüyor mu?
Öte yandan döndüğümüzde, o emir sahibini ortaya çıkaracak toplumun özelliklerinde bu söylenenler gözlemlenebiliyor mu? Yokuşu aşabiliyor mu varlıklı olanlar. ( Beled-12 ) Sabrı var mı yoksulların? Güvenliğin büyük bir oranı kalble / vicdanla sağlanabiliyor mu? Soruları çoğaltabiliriz.
Bütün bunların inancımızda yer aldığı, ama hayatta hissedilir oranda yer almadığı malum.
Bu durum, başta söylediğimiz Kitabın hayatileşememesi sorundur.
İnançla eylemin; iki yakanın bir araya gelememesidir.
Yetimliğimiz, elimizdeki kitaptan mahrum oluşumuzdandır.