Modernlik, son derece kısa bir bilgilendirilmeden sonra, insanın değerlerinden vazgeçebilme gücü olarak tarif edilmiştir. (Modern insanın ve modernliğin bu tarifi, Arapların bu göz kamaştırıcı dünyaya katılmasındaki başarısızlıktan bahseden bir kitapta mevcuttur). Çok sayıda düşünür, modern insanın modernliğinde, çok hızlı bir değişim gücünün gizli olduğu görüşündedir. Çünkü modern insan, madde açısından olduğu gibi toplumsal, çevresel ve tarihsel şartlar açısından da, her şeyin değiştiği (ki buna insan tabiatı da dahildir) bir çevrede yaşamaktadır. Yine modernlik ?akrabalık, kabile ve millet ilişkileri gibi en eski (primordial) ilişkilerin, kullanılacak birer maddeye dönüşmesi? olarak tarif edilmiştir. Bütün bunlar son tahlilde, ortada değişmeyen sabit bir insan tabiatının olmadığı anlamına geliyor. Dolayısıyla ortada ortak bir insanlık da yoktur. Çünkü eğer insan tabiatı zamana, mekana ve şartlara göre değişiyorsa, ayrı mekanlardaki, zamanlardaki ve toplumlardaki değişim de farklı olacaktır. Böylece merkezler, görüşler, bilgiler ve beklentiler de farklı olacak ve mutlak veya kuşatıcı nispilik (görecelik) revaç bulacaktır. Bu durum insanî diyalog ve ortak insanlık konusundaki bütün temelleri yerle bir ediyor. Çünkü her insan topluluğu kendi zamanı ve mekanı içinde (kendine has) alışkanlıklara sahip olacak ve hepsi, ?küçük hikayeler? olarak isimlendirilen durumun içine düşecektir. Yani her topluluk, hatta her birey, kendine özgü görüş ve düşünce çerçevesinin (küçük hikaye) içinde hareket edecektir. Çünkü büyük hikaye, yani bütün bu küçük hikayelerin bir düzen içinde yer alacağı genel bir insanlık çerçevesi yoktur. Bu, Batı?da yaygın olan felsefî bir varsayım olup, artık bizde de yayılmaya başlamıştır. Tıpkı bazen ne anlama geldiğini bile anlamadığımız diğer medenî sonuçlar, düşünme ve tefekkür araçları gibi. Değişimin insan varlığının en önemli özelliklerinden biri olduğuna şüphe yoktur. Ancak insanın her boyutu değişiyor mu? Her hangi bir değişmeyen sabit yok mu? Ve her bilgi göreceli midir? Sokrat?taki vicdan düşüncesini, tarihi, toplumsal ve coğrafi temelleri sebebiyle reddetmek mümkün değildir. Müslümanlar olarak bizler ve çağımızdaki insanlığın çoğu, halen bu düşünceye inanmaya devam ediyor. Bu yüzden, etrafımızda meydana gelen katliamlar, bu işi yapanlara karşı duyduğumuz tiksintiyi her geçen gün daha fazla artırmaktadır. Sanat çalışmalarının güzelliğini, onları meydana getiren maddeden dolayı veya onları yapan tarihi, toplumcu veya sınıfçı sanatkârdan dolayı reddetmemiz mümkün değildir. Biz bu çağda hâlâ, mağara dönemi insanın yapmış olduğu eserlerden zevk almaya, Eshilos ve Sofokles?in eserlerini, yine Finlandiya ve İngiltere?deki Batı destanlarını ve Shakespeare?in oyunlarını okumaya devam ediyoruz. Maddi bir tarihî temele sahip olmasına rağmen vicdan düşüncesi, yine kendisini madde aracılığı ile ifade etmesine rağmen güzellik düşüncesi, maddeyi aşıp bağımsızlıklarını kazanıyorlar ve hatta zamanın geçmesiyle, insan olgusuna bitişik evrensel ve sabit birer değer haline geliyorlar. Dolayısıyla müşterek insanlığımız, büyük bir oranda, değişmezlik özelliği gösteriyor. İnsanlar kendilerine ve şekillerine yeni bir model vermeye çalışırken, acaba tanrıların şekillerine mi yoksa maymunların şekillerine mi benzemeye çalışıyorlar? En yüksek maymunluk yolunu benimsemiş kişilerin, bize bunu bir ideal olarak kabul ettirmeye çalışmalarına razı mı olacağız? İnsanlık toplumunu, bütün ahlâkî ve insanî yüklerden soyutlanmış olarak mı idare edeceğiz? Yerküreyi ağaçlandırmayı planlamamız makbul bir iş olarak kabul edildiği gibi, yerküreyi yedi veya on kere yerle bir etmeyi planlamamız da aynı şekilde makbul bir iş olarak mı kabul edilecek? Aslında mutlak veya kuşatıcı görecelik çerçevesinde, bir insanlık medeniyetinin kurulabilme imkanını sorgulama hakkına sahibiz. Çünkü kabul edilen tariflerin büyük bir bölümüne göre insanlık medeniyeti, insanın tedrici olarak ortaya çıkışını ve o halinden ya da maddi hayvanî tabiatından kopmasını ifade ediyor. O halde, acaba elimizde, üzerinde ittifak edilmiş göstergeler olmadan, bu insanlık halini bilmemiz nasıl mümkün olacaktır? İnsanlık medeniyeti ?bildiğimiz gibi- bir bütün olarak insanlık toplumunun ortaya koyduğu gayretlerin ürünüdür. Bu yüzden insanlık medeniyeti, insanların eşit olarak yaşamasını gerektiriyor. O halde kendimize ve başkalarına hükmederken esas alacağımız genel değerler olmadan, eşit bir şekilde yaşamamız nasıl mümkün olacak ki? Anlaşmazlığa düştüğümüzde ve insanlar kurtlar, sürüngenler ve maymunlar gibi tavırlar içine girdiklerinde, değerler bize, kendilerine hakem olarak başvurma imkanı verir. Yine değerler, -insan ve maymun kavramlarındaki genelliğe ve belirsizliğe rağmen- insanı insan, maymunu da maymun olarak isimlendirmemizi sağlar. Bir insanlık tabiatının ve müşterek insanlığın mevcudiyetini varsaymadan, insanî olan ile insanî olmayanı birbirinden ayırabilmemiz mümkün olabilir mi? Sonu, gayesi ve hedefi olmayan, sürekli ve ebedî olarak devam edecek mutlak ve kesin bir değişime inanmak, hiçliğe veya belki de insanın ve varlığın yok edilmesine yol açabilir. Evet değişim, bir sınır içinde gerçekleşmezse, aklı ve ruhu olmazsa, kainatta insanın merkeziliği anlayışı yok olmayıp, insanın kendisi gaye olarak görülürse ve bu kainattaki hedefimizin, değişken madde sınırlarını aşan insanî imkanlarımızı gerçekleştirmek olduğu kabul edilmezse, ortaya bahsettiğimiz olumsuz sonuçlar çıkabilir. Değişmez sabit bir insanlık tabiatının ve müşterek insanlığın varlığını inkar etmek ve insanlık tabiatından bahsetmeyi metafizik veya ontolojik bir mesele olarak değerlendirmek, benim anlayışıma göre, metafizikten ve maddenin ardındakine iman etmekten bilinçli bir kaçış çabasıdır. Ancak aynı şekilde bu, belki de bilinçli olmayarak, sınır, sorumluluk ve ahlâk düşüncesinden de kaçma çabasıdır. İnsanlık tabiatı, makul bir ölçüde, değişmezlik özelliğine sahipse, o halde bu özellikten ahlâki kriterlerin çıkarılması da mümkün olur. Ama eğer değişim mutlak ve kuşatıcı olursa, bu durum, hiçbir kriterin olmayacağı sonucunu doğurur. Dolayısıyla her şey göreceli hale gelir ve bu görecelikte, bilgi, güzellik ve ahlâki bütün kriterlerin yokluğu da gizli bir şekilde yerini almış olur. Bunlardan biri ile diğeri arasındaki fark, Allah?a iman etmek ile uçağın tabakalarına iman etmek arasındaki farka benzer. Birinci örnekteki iman, eğer gerçek bir imansa, kendisini erdemli fiillere aktarmak zorundadır. Eğer insan, bir nevi sabit bir insanlık tabiatının ve bir insanlık cevherinin (özünün) olduğunu idrak ederse, bu tabiatın, sabit felsefî bir odaklanma noktasına dönüşmesi ve bundan ahlâkî bir kurallar dizisinin çıkması kaçınılmaz olur. Böylece bu tabiatın gerçekleştirdiği her şey iyi (hayır) ve bu tabiattan uzak olan her şey de kötü (şer) kabul edilir. İkinci örnekteki iman ise, bir şeyi boşaltma ve onun ne olduğunu araştırma eylemidir. Bu, maddeden başka hiçbir şeye inanmayan ekonomik insan (homo economicus) ve faydacı insanın benimsemiş olduğu ve herhangi bir ahlâki sorumluluk üstlenmeden bir şeyi sanki metafizik olarak gerçekleştirmeye yarayan bir iman çeşididir. Ancak ekonomik insan bu tür imanı aşıp onun üzerine çıkmakta gerçekten zorlanır. İnsanı kainatın merkezine koyan hümanist felsefî tutum, zorunlu olarak, beş duyu organının ve maddi alemin sınırlarını bir şekilde aşan bir iman çeşidine ulaşıyor. İnsan tabiatı, bir ölçüde değişmezlik özelliğine sahipse ve sonuçta mevcut değişkenleri aşan bir nitelikteyse, işte bu değişmezlik ve nitelik, insanda, maddeden ayrı olan ve maddenin keskin kullarına boyun eğmeyen bir şeyin bulunduğuna tanıklık ediyor demektir. Bu yüzden, Batı?daki Liberalizmin veya Marksizm?in insan tasavvurunda olduğu gibi, maddeci-inkarcı (yani insana iman edip, maddenin ardındakinin varlığını inkar eden) her hangi bir insan tasavvurunun, olduğu gibi devam etmesi imkansızdır; ya maddenin ardındakine iman etmeye, ya da tam bir yokluğa dönüşür. Çünkü insan üzerine düşünen bir mütefekkir, Marksizm ve liberalizm tarafından var olduğu öngörülen üstün insan olgusuyla karşılaştığında, ya onu, maddenin dışında ve ondan (insandan) daha büyük bir şeyin delili olarak kabul edip, maddenin ardındakine iman eder, veya onu tamamen maddeye indirger ve her şeyi aynı gören bir yokluk inancına sahip olur. Yukarıda değindiğim gibi, modern Batı medeniyetinde, değişmez insan tabiatı kavramını inkara yönelik bir gayret vardır. Ancak bununla birlikte ben, bu inkarın bilinçli ve açıktan yapıldığını kabul ediyorum. Çünkü çok sayıda düşünür ve sıradan insanların çoğunluğu, bilinçli olmadan, bir tahlil aracı gibi, bir ölçüde değişmezlik özelliğine sahip ve devamlılık gösteren bir insan tabiatı kavramını esas alıyorlar. Bu olgu, ?gizli ilâh (hidden God)? olarak isimlendiriliyor. Bu, ?vicdan? terimine yakın bir terimdir, ancak onun eş anlamlısı değildir. Çünkü vicdan, insanda gizli olan, onu iyiliğe yönelten ve maddi olmayan bir şeyi ifade ediyor. Eğer insan vicdanının sesine kulak verip iyiliğe yönelmezse suçluluk duyar ve böylece varlığının temel boyutlarından birini inkar etmiş olur. Vicdanın durumunun, gizli ilâhın durumu gibi olması, maddi bir iş olmayıp, onun tabiata/maddeye indirgenmesi de mümkün değildir. Aksine o, insanda bulunan ve maddi olarak açıklanması imkansız olan bir unsura (insanı maddeye eklemlenme eğiliminden kurtaran ilâhi soluğa) dayanıyor. Bu yüzden onu ?rûhî (ruhsal)? olarak isimlendirmekten başka çare yoktur. Vicdan, zihinlerimizdeki belirli bir ahlâki kurallar dizisiyle bağlantılı olup, insan onların vasıtasıyla iyiyi ve kötüyü bilir. ?Gizli ilâh? kavramı ise, vicdan ile pek çok ortak özelliğe sahip olsa da, insanın herhangi bir ahlâkî, bilgisel ve dinî kurallar dizisine inanmayabileceğine işaret ediyor. Aksine insan, bilinçli ve açık bir şekilde, istisnasız bütün değerlere düşman olabilir; maddî ve inkarcı bir modele inanabilir ve onu, düşüncesinden ve varlığından parçalanıp ayrılmayacak ölçüde içselleştirdiğini sanabilir. Ancak bununla birlikte, belirli şartlarda bu insanın sözleri ve fiilleri, dolaylı bir şekilde ve farkında olmayarak, iç dünyasının derinliklerinde, esas aldığı maddeci çerçeveyle uyuşmayan ve onunla çatışan bir şeylerin olduğunu açığa çıkartıp ifşa eder. Buna rağmen böyle bir insan, herhangi bir ahlâki kurallar manzumesi seçme yoluna da yönelmeyebilir. Diyebiliriz ki, gerçekte ?gizli ilâh?, tanrıyı öldürdüğünü ve içinde hiçbir kutsalın, dokunulmazın ve yasağın bulunmadığı zamansal ve mekansal bir alem kurduğunu tasavvur eden maddeci insanın, farkında olmayarak giriştiği bir ?kutsal? arayışıdır. Yine denilebilir ki, insan tabiatı kavramından ve insanın kainattaki merkeziliğinden hareket edip, mutlak ahlâkî değerlere ve insanın tabii/maddi gerçekliğini ve zatını aşma gücüne vurgu yapan Batı?daki insan felsefesi, aslında gizli ilâhın ifadesi olduğu gibi, maddî insanın, farkında olmayarak, kutsalı arayışının da ifadesidir. Çünkü bu değerlerin ve bu gücün hiçbir maddi temeli yoktur. Maddi bir çerçevede hareket etmekle birlikte, üretken bir modele dayanan ve insan aklının dinamik, üretken ve tabiattan/maddeden bağımsız olduğuna ve onda fitrî düşüncelerin bulunduğuna vurgu yapan ve dolayısıyla insanın çift yönlülüğüne inan bütün felsefeler de, gizli ilâhın bir başka ifadesidir. ?Metafiziğin kesinliği?nden bahsetmenin de, gerçekte gizli ilâhtan bahsetmek olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü gözlemler şunu gösteriyor ki, insan inkarda ve maddecilikte ne kadar ileriye giderse gitsin, değişken maddeyi asıl kaynak olarak kabul etmiyor; aksine parçaları aşmış bütünsellikler ve alem için bir merkez, bir çerçeve ve sabit bir zemin arıyor. Nietzsche bunun gizli ilâh anlamına geldiğini idrak etmiş ve buna işaret etmek için ?Tanrının gölgesi? terimini seçmiştir. Modernlik sonrası filozofları da bunu idrak etmiştir. Bu yüzden, onların projeleri sanıldığı gibi, dinî veya idealist metafiziğe saldırı üzerine değil, bizzat hakikatin kendisini yıkmak üzere kuruludur. Böylece bir daha dönmemek üzere Tanrının gölgesi izale edilsin ve metafizik parçalanıp yerle bir edilmiş olsun. Yaratıcının varlığını inkar eden liberal-laik düşünür John Stuart Mill?in şu sözünde de gizli ilâh saklıdır: "Tatmin olmuş bir domuz olmaktansa, tatmin olmamış Sokrat olmak daha iyidir." Bu ifade insanın iki yönlü olduğunu varsayıyor ve tatmin olmamış Sokrat?lık hali ile tatmin olmuş bir domuzluk hali arasında tercih yapıyor. Tatmin olmuş domuzluk halinin kaynağı tamamen anlaşılıyor. Ancak insanın Sokrat?lığının kaynağı nedir? Ve insan niçin bedensel lezzetlere ve tatmine rağmen domuzluk halini değil de, ahlâki yüklerine, kederlerine ve tatminsizliğine rağmen Sokrat?lık halini tercih eder. Katıksız bir maddi bakış açısına göre Sokrat ile domuz arasında her hangi bir fark bulunmuyor. Hatta domuz, Sokrat?tan daha maddi ve daha istenilen bir şey. Özellikle de tatmin olmuş domuz. Mill bu tercihini akılcı bir esasa dayandırarak haklı çıkarmaya çalışıyor ve şöyle diyor: Sokrat?ı domuzdan üstün tutmamın sebebi, aynı anda hem kendi hakikatini, hem de domuzun hakikatini biliyor olmasıdır. Domuz ise Sokrat hakkında hiçbir şey bilmiyor. Yani Sokrat çok boyutludur, özgürdür ve seçim yapma gücüne sahiptir. Evet Mill, kendisini domuz olarak bulan ve hiçbir şey seçmeden böyle olmaya devam eden domuz olmaktansa Sokrat olmayı tercih etmiştir. Ancak özgürlük ve bir şeyi seçmeye güç yetirebilmek gibi ölçütler, maddi olmayan bir şeyin varlığına iman etmeyi gerektiren ölçütlerdir. Evet, bunlar maddeyi aşan (mukaddes) bir şeydir ve insanı, tatmin olmuş domuzluk haline veya madde bataklığına düşmekten kurtarır. Sokrat?lığı tercih eden bir insanın, domuzun domuzluğunu idrak etmesi, ancak içinde, maddi, arzu eden domuzu aşan bir şeylerin olmasıyla mümkündür. Filozofların, düşünürlerin ve edebiyatçıların dünyasını bir tarafa bırakalım ve gizli ilâh söylemine açıklık getirmek için günlük hayattan örnek verelim: Değerlerden kopuk laik ve modern kurallar dizisi, genel hayat ile özel hayatı birbirinden ayırmak esasına dayanıyor. Laiklik genel hayatı (kamu hayatını) tabii/maddi model çerçevesinde düzenleyip belirlemeye çalışıyor. Ancak bununla birlikte, yönetim kademesinde bulunan biri, özel hayatında (ki bunun tamamen özel bir mesele olduğu ve kamu hayatıyla bir alakasının bulunmadığı kabul ediliyor) gayri ahlâki bir fiil irtikap ettiğinde, insanlar bunu kabullenmiyorlar ve protesto ediyorlar. Bu durum, İngiltere?de ?gerek kraliyet ailesi, gerek eski başbakan John Major?un kabinesine mensup kişiler ile ilgili- meydana gelen çok sayıda skandalda (gayri meşru çocuk ? metres ? eşcinsellik gibi) açık bir şekilde görüldü. Bütün bu durumlarda ahlâk ilkelerine sımsıkı sarılmaya çağrı yapıldı. Ahlâkın göreceli olduğu görüşünün yaygın olması nedeniyle, bu gibi fiilleri reddetmeyen veya bunları gayri ahlâki olarak değerlendirmeyen toplumlarda bütün ölçütler ortan kalkar. Bunun en açık delili, bu gibi toplumlarda gayri meşru çocukların, metreslerin ve eşcinsellerin sayılarının çokluğudur. Hatta bu toplumlarda, böyle fiillere karşı çıkanlar dar ufuklu olmakla suçlanır. Bununla birlikte (laik ve yönlendirilmiş olmalarına rağmen) insanların içinde bir şey var ve bu şey onları, yöneticilerin günlük hayatlarında savundukları değerlere bağlı kalmalarını istemelerine sevk ediyor. Sanki halk, seçkin ve sembol kişilerinin mukaddes bir çerçeve içinde korunmasını istiyor ve onlardan bu kutsallığın çekilip alınmasını istemiyor. Bu yüzden, son derece özel durumlar olmasına rağmen, seçkinler hakkında patlak veren bu tür ahlâki skandallar insanları öfkelendiriyor. Hatta bazı insanlar işi, kraliyet ailesi bireylerinin de toplumda revaçta olan (olumsuz) değerleri benimsemiş olmasından dolayı krallığın ilga edilmesini istemeye kadar götürüyor. Aynı olgu Amerika Birleşik Devletleri?nde de kendini gösteriyor. Orada tamamen laik ve maddi bir hayat modeli söz konusu olmasına rağmen, insanlar, yöneticiliğe seçtiği kişilerin, herkesinkinden daha farklı bir yaşam tarzı benimsemesini istiyorlar. Dolayısıyla ortada hep ikircikli bir durum oluyor: İyilik ve kötülük, kutsal ve aşağılık, mutlak ve göreceli. Aynı şekilde (akrabalık, kabile ve millet ilişkileri gibi) en eski (primordial) ilişkiler de varlığını sürdürüyor. Oysa (böyle bir toplumda) olması gereken insanların bu gibi ilişkilerden soyutlanması ve bunların yerini anlaşmaya dayalı ilişkilerin almasıdır. Ancak buna rağmen primordial ilişkiler devam ediyor ve kendini daha da sağlamlaştırıyor. Onun için biz şunu iddia ediyoruz: Amerikalılar, insan olarak, Amerika toplumundaki revaçta olan değerlerden daha büyüktür. Bu ise, insandaki Rabbânî unsurun tasfiye edilemeyeceğini açık ve vurgulu bir şekilde ortaya koyuyor. Yine şunu söylemek mümkündür: Değerlerden kopuk modern ve laik modelin mutlak bir şekilde gerçekleşmesini engelleyen şey, insanın insanlığının ve fıtratının ayrılmaz bir parçası olan ve kendisini gizli ilâh şeklinde açığa çıkartan Rabbânî unsurdur. Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.