1990'lı yıllarda, MGK toplantıları öncesinde muhakkak ki bir PKK saldırısı yaşanırdı. Hatta saldırılar MGK toplantılarının duyurusu gibi olurdu. Belki de bu saldırılar sayesinde olağanüstü hal süresi biraz daha uzatılırdı. Veya toplantılarda bu yöndeki çatlak sesler bastırılırdı. En azından böyle bir kanaat vardı. Şimdi ise ister Kürt meselesi isterse bunun PKK'ya indirgenmiş hali olsun yeni bir girişim başlatıldığında süreci sabote edecek saldırılar oluyor. Bu saldırılar karşısında tek tutarsız dil kullanan çevre PKK veya onun siyasi kolu gibi faaliyet gösteren BDT oluyor. Paris'teki üç PKK'lı kadının (Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez ) infazıyla alakalı olarak bu anılan çevreler hem hükümeti suçluyor, hem de bu saldırıların süreci sabote etmeye yönelik olduğunu ifade ediyor. Bunun tutarlı bir çıkarım olmadığını düşünemiyorlar. Daha çok bu yorumlar kışkırtma amaçlı gibi geliyor insana. Zira yeni bir açılımı veya girişimi başlatan zaten hükümet. Ne diye kendi kendini sabote etsin! Belli ki, saldırı, süreç ile alakalı. Lakin sürecin mimarı AKP ve sahibi olduğu süreci sabote etmesi eşyanın tabiatına aykırı olur. AKP iki defadır ve iki açılımla alakalı olarak sırtından bıçaklanıyor. 2009 yılında AKP'nin başlatmış olduğu ve isminden dolayı çok tartışılan Kürt açılımı Habur faciası ile sona ermişti. PKK'nın Habur'dan Türkiye'ye giren elemanları örgüt elbiseleriyle boy göstermişler ve zafer töreni düzenleyerek devleti ve hükümeti hezimet pozisyonunda göstermişlerdi. Bunun üzerine süreç tıkandı. Hükümet ise beceriksizlikle ve süreci yönetememekle suçlandı.
*
Son sıralarda başbakanın açıklamalarıyla, MİT üzerinden gizli yürütülen görüşmelerin bir tava ve olgunlaşma aşamasına geldiği anlaşıldı ve süreç alenileştirildi. Bunun üzerine yine olan oldu. Silah bırakması istenen PKK sınır kapılarına dayandı ve karakollarını bastı ve zayiat vererek çekildi. Karakol da bir kayıp verdi. Ardından asıl bomba Paris'te patladı ve biri Paris Kürt Enstitüsü elemanı, bir diğeri de Kandil gediklisi olmak üzere üç PKK'lı kadın infaz edildi. Sakine Cansız, arkadaşlarıyla birlikte Paris'in en işlek caddelerinden birisinde cansız yere serildi. Güvenli bir evde öldürülmeleri maktullerin katilleri tanıdıkları şeklinde değerlendirildi. Katiller ile cellatlar arasında geçmişe dayalı bir tanışıklık ve güven olduğu inkarı kabil olmayan bir gerçek. Dolayısıyla katiller bildik ve tanıdık. Bu da örgüt içi bir hesaplaşma olduğu tezini akla getiriyor. BDP çevresi ise bu tezi akla getirdi diye AKP'yı veryansın etti. Ya da bu olayın Türkiye'yi zayıflatmak isteyen ve PKK'yı da bu yönde bir araç ve manivela olarak gören dış güçlerin işi olduğu söylenebilir. Bu noktada ilk akla gelen ülkeler Lübnan'da Vesim el Hasan'ı öldürten Suriye Muhabaratı ile İran'ın olabileceği Kemal Burkay tarafından ileri sürülüyor. Akla gelebilecek bir başka adres ise şüphesiz İsrail.
*
Öcalan ile görüşmeyi sabote etmek isteyen ve 'Kürt halkını temsilde biz de varız' diyen Kandil ile örgütün Avrupa ayağı olayı MİT ile ilişkilendirmeye çalışıyor. Halbuki MİT'in özellikle son dönemlerinde suikast yöntemi kullanmadığı bir gerçek. Kaldı ki, Fransa gibi ilişkilerin hassas olduğu bir ülkede devlet aklının böyle bir şey yapması kabulü mümkün olmayan bir husustur. Mesele sürecin sabotajıyla alakalıdır ve süreci yöneten de MİT'dir. Sürecin sabotajının dışında söz konusu PKK elemanlarının hedef alınabilecek bir özelliği yoktur. Karar alma mekanizmalarında bulundukları söylenemez. Öyleyse provokasyon dışında geride başka bir ihtimal kalmıyor. AKP niye bu provokasyonun mimarı veya tarafı olsun? Bu durumda AKP ikinci girişiminde de sabotajla karşılaşmış oluyor. Muhtemelen birincisini sabote eden çevreler ikincisinden de sorumlu olmalılar. Bu arada dikkatlerden kaçmayan bir husus BDP'nin yapıcı davranmayışı ve yangının üzerine benzinle gitmesidir. Hükümetle ilgili suçlamaları hiç inandırıcı değildir ve bu durum sabotaj sürecinin parçası olma ihtimallerini ortaya koyar. Gültan Kışanak ise şöyle konuşuyor :"Herkes ayağını denk alsın. Aklını başına toplasın. Hem görüşürüm hem katliam yaparım diyorlarsa, bunun bedelini çok ağır öderler. Bu topraklardaki bu çeteci zihniyet yıllardır insanlara, halkımıza, bize kan kusturuyor. Biz de onlara kan kusturacağız. Bedelsiz kalmayacak bu siyasi cinayet" Eşbaşkan Selahaddin Demirtaş da keza kin kusarak hükümeti suçlayan beyanlarda bulunmuştur. Baştan beri hükümet ile Öcalan arasındaki görüşmeleri kaygıyla takip eden Demirtaş suret-i haktan görünerek müzakereci olan Öcalan ile karşı tarafın müzakerecilerinin şartlarının eşitlenmesini istemiştir. Adeta kendisinin eş başkan olması gibi Abdullah Öcalan'ın da eş başbakan olmasını talep etmektedir. Bu siyasi cinayetlerle ilgili olarak şunu söylemek mümkündür: Bu suikastlar fail-i meçhul değil, malumdur. Süreci baltalamaya matuftur.