Mehmet Ali Birand, Türk basın tarihinde ekol oluşturan gazetecilerden birisiydi. Yazısına gazetecilik dili hakimdi. Kolay yazıyor ve kolay okunuyordu.  Satırları zihni meşguliyet ile değil bilgi ve haberle dolu idi. Bundan dolayı onun yazıları haber-yorum tadındaydı.  Kısaca Necip Fazıl veya benzerleri gibi mütefekkir gazeteci, mütefekkir yazar değildi.  Bu yönü hep eksik kaldı.  Teorik değil pratik bir gazeteciydi. Lakin kitlelere gazeteciliği ve televizyonculuğu sevdirdi.  Ekol gazeteci dedik. Bizim camiada pek örneğine rastlanmayan bir biçimde bir ekol oluşturdu.  Lakin bu Kadro dergisi gibi bir fikir ekolü olmaktan ziyade bir meslek ekolüydü.  Mehmet Ali Kışlalı ile birlikte Mehmet Ali Birand, Türk basınında kadrolar yetiştirdiler ve bu yönleriyle temayüz ettiler. Çırak yetiştirmek ustayı daha ustalıklı kılar. Bundan dolayı Mehmet Ali Birand için 'usta' tabiri kullanılıyor.  Zira basında şöyle veya böyle çok çırak yetiştirdi ve o çıraklardan bazıları da ustalaştı.  Lakin boynuzlardan hiçbiri halen kulağı geçemedi. Beğensek de beğenmesek de dil bilen ve istidatlı gençlerin elinden tuttu ve önünü açtı. Mithat Bereket,  Deniz Arman, Can Dündar ve Cüneyt Özdemir bunlardan bazıları. Bunlardan bir kısmı köşe başlarını tuttular ve ustalarının yolundan devam ediyorlar.  Kendisi de bu hasletini saklamıyor.  Zira saklanılacak bir özellik değil. İftihar vesilesi. Onu güçlü kılan hususlardan birisi bu özelliğinin olmasıdır. Paslaşarak ve paylaşarak yükseldi. Bundan dolayı ölmeden önce, 'çıraklarından' birisi olan Can Dündar, ustasının yani Birand'ın biyografisini yazdı.

*

Nedim Şener de ustası Uğur Dündar'ın biyografisini yazdı.  Bununla birlikte, Mehmet Ali Birand hep insani yönüyle öne çıktı. Bunda karakterinin rolü olduğu gibi belki de küçüklükte yaşadığı bazı sıkıntı ve tersliklerin de payı olabilir. Hep öğrenme ihtiyacı ve iştahı içinde oldu ve bu da kendisini sürekli olarak zinde ve canlı tuttu.  Çalışkanlığı kendisini yenilemesine imkan verdi. 32'nci Gün ile basın tarihine geçti ve fenomen oldu. 32'inci Gün bir milattı ve yeri doldurulamadı ve kendi skorunu kendisi egale etti. Elbette Mehmet Ali Birand'ın başarısı dil bilmekle veya kariyerle de sınırlı değil. Sebatkar  ve sevecen olmasının da bunda payı var.

Ölümünü, Barış Manço'nun ölümüne benzetiyorum.  Gayet ani ve yağdan kıl çeker gibi oldu. Ölümüyle yayın akışını ve Türkiye'nin  gündemini salladı. Paris'te öldürülen üç PKK'lı militan bayanın cenaze törenini bile gölgeledi. Anlayacağınız ölümüyle de provokasyon yaptı ya da provokasyon bastırdı!  Kaderin bir cilvesi ki, kendisi de zaman zaman PKK'ya destek vermekle veya en azından o çevrelere sempati duymakla suçlanmıştır. Karacan'lara damat olması sebebiyle kendisi beyaz Türk zannedilirdi.  Lakin son dönemlerde soy ağacında Kürtlüğünde bulunduğunu ifade etmiştir. Onun Kürt hareketine  verdiği destek  kısmen Kürt kökenli olmasından ziyade liberal görüşlerinden  kaynaklanıyor olsa gerek.  En dikkat çekici ve bariz yönlerinden birisi, sürekli tabuları kurcalaması ve aykırı bir gazeteci olarak anılmasıdır.  Kendi itirafıyla en zor geçirdiği dönemlerden birisi 28 Şubat süreci olmuştur. Lakin bu sürecin küresel bir versiyonu olan 11 Eylül dönemi ve Irak işgali sırasında bir biçimde Cengiz Çandar gibi isimlerle birlikte ABD'ye yakın durması dikkatlerden kaçmamıştır. Brüksel, Moskova hattında bir gergef oluşturmuştur.  Vaktiyle 'Emret komutanım' gibi kitaplarıyla orduya içeriden bakan Birand liberal olmasından dolayı olsa gerek ulusalcı kesimlerin hışmına uğramış ve 28 Şubat sürecinde adeta aforoz edilmiştir. Ordu ile ilişkileri ve Kürt meselesine bakışı nedeniyle tipik bir liberaldi.

Son dönemlerde markaya ters düştüğünden dolayı Doğan Medya'da başörtülü çalıştırmadıklarını doğaçlama bir biçimde ağzından kaçırınca İslami kesimlerde hayal kırıklığına neden oldu. Zira flört halinde olmasa da İslamcılara da pek uzak durmamıştır. Liberal kesimlerle aynı kazanda kaynadığından dolayı başörtüsünü fazla 'kanıksamadığı' söylenebilir. Lakin onunla ilgili nihai değerlendirmede, İslami değerlere mesafeli duruşuyla ilgili bazı hafifletici nedenler bulabiliriz.  Sözgelimi, okullarda Arapçanın seçmeli bir ders olması ile ilgili destekleyici mahiyette yazılar kaleme almıştır.

Kendisiyle ilgili hatıralarda kalan hususlardan birisi Emin Çölaşan'ın Mehmet Barlas ile birlikte sürekli olarak kendisine sataşması ve yüklenmesiydi.  Emin Çölaşan'ın iki Mehmet'le alakalı zaman zaman ' liboş' gibi amiyane deyimler kullandığı hatırlardadır. Ölüme gidişi ve ani oluşu, Barış Manço'nun ölümünü hatırlattı. İkisi de kendi alanında tipiktiler ve Türkiye'nin duayenleri kabul ediliyorlardı.  Belki bu anlamda Mehmet'lerin muhalifi olan Emin Çölaşan da tipik bir yazar olarak nitelendirilebilir. Tiyatro ayağında Levent Kırca da öyle.  Birand ve Manço'nun özelliği halkla kaynaşmaları olmuştur. Ötekiler ise fildişi kulesinden pek aşağıya inememişlerdir.

Belki de akıllarda ve gönüllerde yer etmesini sağlayacak en ilginç özelliği, ulaşabileceği kariyerin son noktasına ulaşmasının manevi haz ve tatminiyle ölüme hazırlıklı oluşuydu.  Bazı dil sürçmeleri olsa da 70 yaşında hala sunuculuk yapıyordu. Gündelik yazılarını aksatmadan sürdürüyordu.  Belgeseller yapıyordu. Demirkırat ve 12 Eylül gibi belgesellerin yanına Erdoğanlı günleri de ilave etmeyi tasarlıyordu. Ömrü vefa etmedi. Kendi ifadesiyle dolu dolu yaşadı. Türkiye'nin bir rengiydi.  Dua bekliyordu, rahmete kaldı.