Biz bu topraklarla birlikte yoğrulalı bin yılı geçti.

Aynı kitabın çocukları olarak açtık gözümüzü. Saygıyı, sevgiyi eksik etmemeyi öncekilerden öğrendik. Kürt olmak, Türk olmak elimizde değildi. Ve derin bir kavrayışla bilirdik ki, bir etnik kökene bağlı olmak ne fazlalık, ne de noksanlıktı.

Öncekiler, yani canlarını toprağa ekerek bize yurt edenler, Çanakkale' de sıradağlar gibi uzananlar, bize erdemin niyet ve amelden geçtiğini bellettiler. Ve onlar kursağı kirli yedi düvele karşı bir olmayı, birlikte olmayı, döne döne vatanı savunmayı miras bıraktılar.

O zaman "siz", yoktu, herkes "biz" derdi ve bundan ne murad edilir, bilinirdi.

Biz Adem'in çocuklarıydık!

Biz Kızıldeniz'de Musa, Kudüs'te Selahattin, Malazgirt'te Alparslan'dık. Heybemizde iyi niyet, eksiksiz tartan terazi, dünyaya nizam verirdik.

Bize ne oldu?

Dizlerimizin üzerine neden yığıldık?

Aklımızı onaran, kalbimizin kirini yuyan Kitap hepimizin elinde oysa... Bize ne oldu?

Ey bilgeler!

Sözü hikmetle kaim dostlar!

Böyle tespih taneleri gibi her birimiz bir yana dağılmış ve bu da yetmezmiş gibi, namludan görüyoruz birbirimizi.

Hak değil, doğru değil; bu hâl ortak yok oluştur.

Her şey Batıyı kıble seçen bir kurucu iradenin kendi insanına yabancılaşmasıyla başladı. Hatırlayalım. Kemalizm, tanrılığa soyunarak bir ırk yaratma hevesine kapıldı. Mü’minlere, Kürtlere, azınlıklara ve emellerine aykırı gelen her şeye acımasız savaş açtı. Samimi Müslüman Kürtlerin bu mücadeleden paylarına iki kat acı düştü.

Herkese Türk dediler ve fıtrata savaş açtılar!

Kürtleri ezmeye, kimliklerini yok etmeye karar verdiler.

Doksanlı yıllarda evlere dalan askerlerin, unu bulgura karıştırdıkları günleri unutmadık. Evlere izinsiz giren, mahremiyeti hiçe sayan uygulamalar Kemalizmin namlu siyasetinin tezahürüydü.

Her şey tüm acımasızlığıyla sürerken, ümmet anlayışı ile hareket eden Müslümanların, buna itiraz ettiğini hatırlayın. Hakların sahibinin Yaratıcı olduğunu söyleyip devletin karşısında yer alan, bu yüzden hapse mahkum olanları kimse görmedi. Göremezdi de çünkü medya aynı anlayışın ürünüydü.

1992'de Mazlum- Der tarafından düzenlenen ‘Kürt Formu’nda alınan kararlar kitaplarda mevcut. Barış sürecinin eksenini ifade ediyor. Bu sadece, içinde olmadan dolayı bildiğim bir çalışma. O formdan hapis cezaları, çok sayıda soruşturma çıktı.

Bir görünmez el yüz yıllar ötesinden, kardeşçe paylaşılan hayatın ve hiç bir sorun hissetmeden ev kuran, aile olan insanların mutluluğunu kıskanıyordu sanki. Sorunlarını tetik kullanmaksızın çözebileceğinden korkanlar vardı. Verilmeye hazır akıllar ve silahlar vardı.

Ve dünyanın gözü üzerimizdeydi.

2005 yılı geldiğinde, kardeşlik söylemi siyasi iktidarı devraldı ve kirli, haksız süreci tersine çevirmeye söz verdi. "Barış Süreci" dedi bu iradenin lideri ve pek çok anlamsız yasağı kaldırarak işe başladı.

Kurucu irade ve onun çevresindeki pek çok marjinal örgütlenmeler, ulusalcılar barışa saldırdılar. Defalarca Kürtlerin tali unsur olduğunu söyleyip ölüsünün makbul olduğunu ifade ettiler. Bu birleşik cephe ülkeye iğreti ayak basan, himmeti hep dışarıda arayanlardı.

Ve barış olacak diye gözleri ışıl ışıl yanan, yine aynı mü’minlerdi. İki taraftan da anne sütü gibi Kitaptan beslenenler şükürle, sevinçle duaya durdular.

Şimdi neredeyiz?

Anlaşılmaz, tanımlardan uzak bir yerdeyiz?

Kürt halkının hak arayışını silahla yapan örgüt, yıllarca masa dedi başka bir şey demedi. Masa kurulunca kazanımları cebine indirdi ve masanın üzerine tekrar silahı koydu.

7 Haziran seçimleriyle başlayan süreci insaf penceresinden bakanlar anlayamaz. Her kesimden insan tarafından, bölgeye duyarlı partinin barajı aşması, barışın kemale ermesi açısından istendi ve desteklendi.

Ancak, başkalaşım geçiren parti ve başkanı, anlaşılmaz tavır ve davranışlarla tehditlere devam etti, dağdaki ayağı tetiğe basmaya başladı ve yine canlar devrilir oldu.

Vicdanı titreyenler bunu anlayamaz! Dahası kabullenemez.

Yıllarca karşılarında ölü Kürdü seven çete, bir anda kanka oluverdi. Barış sürecini başlatan lidere hakaretler, pervasız davranışlar, hep sırtını sıvazlayan sarışın bir kaç elin suflesine kulak kesme hevesi.

Kürtleri çok mu seviyorlar, neden?

Avrupa' yı tek devlet formatına getirirken niye bizde mini milliyetçilikleri kışkırtıyorlar, yüz yıllarca sorun olmayan olguları büyütüp destekliyorlar. Örgüt de Kürtlere ulus devlet vadediyor, ne tesadüf. Kemalizmin duvara çarpan yürüyüşünü Kürtçe tekrarlama sevdası.

Unutmayalım kardeşlerim,doksanlı yıllarda faaliyete geçen Yeni Dünya Düzeni potansiyel rakip gördüğü İslam söylemini kökten yok etmek için, sert ve yumuşak güçle İslam Coğrafyasında icra-i faaliyet eyliyor. Arap Baharı adı altında her devletten dört terör örgütü çıkardılar ve sınırımıza dayandılar.

Küresel karanlık güçler, İkiz Kuleler saldırısı sonrası yeni bir oyun tahtası koydu ortaya. Bu satrancı oynayabilmek için, önce taşların ele gelebilmesi gerek. Coğrafyayı öğüte öğüte sınırımıza gelmeleri bu yüzden.

Türkiye ele avuca sığmıyor!

Bütün sorun bu!

Kökünü hissedip milli direnç devreye girdiğinde dünyaya değer aktaracak ve hesapları bozacak bir Türkiye, dış şer odaklarının ve yerli hayranlarının işine gelmiyor. Silahlı örgüte verilen desteğin gerekçesi bu.

Ey Kürt kardeşim...

Bizim hikayemiz bu.

Gelin üzerine birlikte düşelim, düşünelim. Dün barış adına devletin karşısında yer alanlar, bugün yine barıştan yana oylarını veriyor, bu defa karşılarında savaşı isteyen, masayı deviren eli silahlı bir örgüt çıkıyor.

Örgütü kışkırtan da, dün bulguru una karıştıranlar. İnsanımıza dışkı yediren kafalar.

Ruhumuzda büyük bir deprem oluyor.

İç ve dış bağlantılarıyla örgüt bizden bin yıllık kardeşliğimizi istiyor; verecek miyiz!

Devletin geçmiş yanlış uygulamalarını, bir avuç tuzu kuru hariç, bu millet benimsemedi. Unutmayalım! İşe bak ki, savaşı keyifle seyretmek isteyen de kendilerini hüküm verme makamında gören yine aynı grup.

Tarih hepimizin zararına yine tekerrür mü etsin?

İslam milletinin ihyası parçalanıp küçülmekten mi geçiyor?

Tarihte İslam milletin arkadan vuranların hiçbiri abad olmadı. Şerif Hüseyin prototipi çok uzakta değil.

Küresel ölçekte ayrılığımızı isteyenlerin safına dikkat edelim. Ülkelere, istihbarat örgütlerine, medya kuruluşlarına ve yerli ortaklarına... Ne kadar da benziyorlar birbirlerine.

Dün devleti barış istiyor diye bir kaşık suda boğmaya çalışanlar, şimdi de örgütün yanında ‘silahı sakın bırakma’ diyor.

Bu size bir şey anlatmıyor mu kardeşlerim!

Kardeşliğimize tel örgü çekilsin, pasaport üzerinden, kuyruklarda bekleyerek görüşelim öyle mi?

Sen canın istediğinde İstanbul'a, ben Diyarbakır'a gelmeyeyim öyle mi? Bunun böyle olmasını kim istiyor bir düşün. Buna hakları var mı?

Hırsımızı, pratik açmazları, kişisel hevesimizi, yaşadığımız acıları, sıkıntıları bir yana bırakarak Kitabı tekrar açmalıyız.

Ondan başka kimimiz var.

Ondan başka sözü şifa olan mı var?

Hesap gününe inananların başka yolu yok!

Kimin peşine takılıyoruz ve nereye gidiyoruz?

Bu yol bizi hesap gününde kurtarır mı?

Asıl mesele bu!

Her şeyin sütliman olmadığı bu tarafta da açık. Ancak, ele geçmez iriliğimizle birlikte kuracağımız düşlerdir güvencemiz. Ayrı ayrı görülen küçük düşlerle alay edecek, ezecek olanlar da onlar.

Sarıldığımızda nehirleri durduran gövdemizin peşindeler.

Biz hep barışın tarafında, savaşı isteyen ve savaş açanın, bölünmemizi isteyenin karşısında olmak durumunda değil miyiz?

İyi düşünelim.

Derin düşünelim.

Hiç birimizin doğuştan artısı yok; eksiği de.

Çanakkale'yi, orada dağ gibi, aynı imanla bayraklaşanların duruşunu hatırlayalım.

Öncekileri; bize sevgiyi, cömertliği, erdemi bütün boyutlarıyla meşk ettirenleri düşünüp son kararımızı verelim:

Bin yıllık kardeşliğimizi istiyorlar, verecek miyiz?