Dünya Bülteni/ Haber Merkezi
"Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir." (Enam/108)
Paris'te yaşanan saldırı sonrası yine saldırganların kimliği, saldırıya uğrayanların konumu öne çıkarılarak bilindik, hazır kalıplar üzerinden yapılan eleştirilerde indirgemeci mantığın düştüğü acınası duruma şahid olduk.
Ortaya çıkan durumdan, kendi mantalitelerine haklılık kazandırmaya çalışırken ne kadar aciz duruma düştüklerini göremeyenleri bir yana bırakarak saldırıyı ortaya çıkaran süreci değerlendirmenin daha isabetli olacağı kesin.
Fail ve maktul üzerinde ne kadar durulursa, meselenin gerçek boyutundan o kadar uzaklaşılmış olacak. Olayın asıl sahibinin kim olabileceği konusunu anlamaya çalışırken geçmişe doğru iz sürmek kaçınılmaz olarak önümüze çıkar.
Bir önceki yazıda tevafuken Batının İslam’dan rahatsızlığı üzerinde dururken gelecek korkusunun devletler politikası haline geldiğinden bahsetmiştik. Dünyanın uluslararası hukukla ilgili sorunlar yaşadığını ve terörü besleyen asıl etkenin devlet terörü olduğuna değinmiştik.
Aynı doğrultuda yürürken şu soruyla yüzleşmemiz kaçınılmaz olur:
İkiz Kuleler saldırısı olmasaydı ABD Afganistan'ı bombalar, Irak'ı işgal edip bir milyon insanın ölümüne, gayri insani işkencelerin ortaya çıkmasına neden olabilir miydi? Açık bir devlet terörünün delili olan bu katliam kapasitesindeki işgal ve saldırı olmasaydı, bugün IŞID ve benzeri yapılardan bahsetmek mümkün olabilir miydi?
Dünyanın en büyük askeri gücü, hukuku ıskalayıp teröre yöneliyorsa saldırıya uğrayan ülkelerde grup terörünün ortaya çıkması doğal sonuç değil midir?
Terörün şiddetlenip dünyanın damarlarına doğru yol almasının bir nedeni de, güçlü zalimin yaptığının yanına kar kalmasıdır.
Şimdiye kadar, terör suçlusu Batalı bir devletin yargılama sonucu ceza almıyor oluşu, insanlık vicdanının takibinden kaçmış değil. İnsan hakları vurgusu, İkiz Kuleler saldırısı ile birlikte yerini güvenliğe terk etmiş durumda.
Meselenin merkezi konumunda yer tutan İkiz Kulelerin faillerinin bulunamıyor oluşu, gündeme gelmiyor oluşu, derin bir iradenin varlığına işaret etmiyor mu?
Dahası, bütün bunlar sisli bir uluslararası ilişkiler ağında, insan haklarının devreden alınıp adil bir yargı mekanizmasının oluşturulmamasıyla devam etmiyor mu?
Fransız Başbakanı, olayla ilgili yaptığı ilk açıklamada ifade özgürlüğü üzerinde durdu. Oysa uzun bir süredir, insan hakları ihlallerinde Batı dünyaya fark atmış durumda.
Aslında bu beyanat da değişen algının ifadesi. Konuya açıklık getirmeye çalışalım.
İfade özgürlüğünün kapsamı iki kriterin yerine getirilmesiyle ele alınır. İfadenin muhatabını aşağılamaması ve yakın tehlikeyi barındırmaması. Yani fikir eleştirisinde küfür ve nefret içeren ifade olmaması, ayrıca beyan edilen fikrin güvenlik birimlerince önlenemez bir şiddet çağrısını içermemesi.
Teknik olarak bahsedilen iki kriter de Batının tanımladığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından kabul edilip korunan normlar. Ne var ki, iş pratiğe dayandığında Müslümanlara karşı geliştirilen şiddet ve saldırılar yanında yazı ve görsel yolla; hakaret, nefret suçları ve ayrımcılık günlük, sıradan, cezai işlem görmeyen, fiiller haline geldi.
Bir insan karşıdakinin inancını, fikrini, siyasi tutumunu beğenmeyebilir ve eleştirebilir. Ancak bu durum ona hakaret hakkını vermez. Yine bir insan hiç bir kutsala inanmadan, hatta kendinde de hiç bir değer görmeden yaşayabilir. Kendine has bu durumdan ötürü, bir başkasının kutsalını da değersiz görebilir; ancak hiç bir hal ve durumda, başkasına ait değere hakaretle, küfürle, aşağılamayla saldıramaz.
İfade özgürlüğünü hakaret özgürlüğüne, metinlere rağmen, dönüştüren ve görmezden gelen Batının durumu tam bir iflas halidir.
Kendi aralarında yürürlükte olan ifade özgürlüğü kriterleri, iş yabancılar konusuna geldiğinde çığırından çıkıyor.
Batının kendi dışındaki insanları "eksik", gelişim sürecini tamamlayamamış olarak gördüğü iddiasını doğrulayan sayısız örnekler mevcuttur.
İster bir ülkede, isterse evrensel ölçekte; bir insan, grup veya devlet, haksızlığa uğradığı hissine kapıldığında hakkını adil yargılama sonucu alamıyorsa, orada hukuktan ve adaletten bahsetme imkanı kalmamıştır.
Böylesi bir ortamda, devreye meşru olmayan güç birimleri duhul eder ve kimliğe bakmaksızın, meseleye ticari boyut hakim olur. Hak aramanın ölçüden taştığı, cezalandırmanın namlu ve bomba üzerinden gerçekleştirildiği durumlarda, insan hayatından ve değerinden bahsetmek mümkün olamaz.
Geldiğimiz aşamada, devletler ve derin güçler, insanı varılacak hedeflerin malzemesi yapmaktan imtina etmiyorlar. Özellikle kimlikler üzerinden kolayca oluşturulan algı operasyonlarıyla istenilen kimlik şeytanlaştırılıyor. Bilinçaltına, o kimliğin yok edilmesinin gerekliliği işleniyor.
İslam’ın potansiyelinden korkanlar, onun en zayıf haline dahi katlanamıyor ve yok edilmesi gereken kimlik olduğunu, algı çalışmasıyla, ortaya koyuyorlar.
İlkesiz dünya...