İslam yüzyıllardır Batı tarafından haksız yere eleştiriliyor ve alay konusu ediliyor.
Batı başka bir korkunç felaket ile sallanıyor; bir hiciv dergisin olan Charlie Hedbo’da yazan Fransız gazeteci ve karikatüristlerin şiddetli ölümü... Faillerin bu eylemi, dergide yayımlanan karikatürlerin Müslümanlara yönelik hakaretler içermesine tepki olarak gerçekleştirdiği görülüyor. Bir diğer düşünce ise, bu kişilerin ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali nedeniyle radikalleştiği yönünde.
Hem Fransa halkı ve hem de dünyanın diğer ülkelerindeki insanlar, saldırının kınanması için birleştiler ve Fransız otoriteleri, saldırganların izini sürmek için devletin tüm emniyet teşkilatı harekete geçirdi.
Müslümanların neden olduğu şiddetli olaylarda, birbirini takip eden çeşitli kamuoyu tartışmaları batı medeniyetinin temel değerlerini (ki bunların en önemlisi ifade özgürlüğüdür) devam ettirmek için verilen kararlı sözlere dönüştü ve bozularak İslam’ın bu özgürlüğe sözde saldırısı konusunda birbirini suçlama haline geldi. Sonuç olarak, yayınlarının Müslümanlara ve siyahlara yönelik ırkçılığının tarihine aldırmadan, kederin doğal dışavurumları ve kurbanlar için sempati beslemek, Charlie Hedbo karikatürlerine yönelik yüce gönüllü liberal bir destek haline geldi.
Hegemonik anlatı
İnsanlar, Batı liberalizminin hegemonik anlatısını eleştirmeden benimseyince, dünyada ifade özgürlüğü için en büyük tehdidin İslam ve Kuzey Kore olduğunu sanabilirler. Bu olayları, geniş bağlamı ve güç ilişkilerini ele almadan çerçevelendirmek, günümüzde dünyanın başını derde sokan derin çatışmalar için akla uygun bir şekilde anlamamızı engelliyor.
Batılı liberallerin İslam’ın sözde hoşgörüsüz tutumuna karşı özgürlük talebinde bulunmaları farzetmek, günümüzdeki gerilimlerin altında yatan tarihi görmezden gelmek olurdu.
Gerçek şu ki, batı toplumlarını kutsallaştırılmasına neden olan çeşitli özgürlüklerle ilgili iddiaları destekleyen liberal idealler oldukça, bu ulvi ilkelerin altında sömürüden ve boyun eğmeden muzdarip olan toplumlar da olacaktır.
Demokratik bir yönetim temelinde, ifade özgürlüğü ve dini gerekleri yerine getirme özgürlüğü öğretisi bakımından, modern liberal toplumların dayanaklarını kursalar bile, Aydınlanma düşünürleri, ırk hiyerarşisine dayalı bir dünya inşa etmeyi ve sömürge devletleri kontrol etmek için kullandıkları şiddete dayalı gelişen yeni Avrupa imparatorluklarının genişlemesini desteklemeye yönelik ifadeleri bakımından nereseyse evrensel bir duruşa sahiplerdi. Bu düşünürler, “akıl” ve “rasyonalite” temelinde kurdukları Yahudilere, Müslümanlara ve siyahlara yönelik ırkçı görüşlerini, modern öncesi düşünme biçimlerinden elde edilen fikirlerden daha iğrenç kıldı.
Bu ırkçı ifadeler ister Aydınlanma düşünürlerine ister Charlie Hedbo karikatürlerine ait olsun, bu provokatif görüşler, geçerli daha geniş siyasi projelerden ayrılamaz.
“İmparatorluk”un onur kırıcı yapısı
Avrupa dahilinde, batılı liberal ideallerin savunucuları ırkçı ve ayrımcı görüşlerini hiç bir zaman gizlemedi. 20. Yüzyılın ortasında milyonlarca insanın katledilmesine neden olan faşist hareketin yükselmesine engelleyemediler. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan yıkımdan sonra bile, Avrupa’nın yıkım açlığı hala giderilmemişti. Sonraki 20 yıl boyunca sömürge halkları Avrupa güçlerinden bağımsızlaşma mücadelesine devam ettiler.
Cezayir halkının özgürleşmesini desteklenmesi konusunda, bir çok Fransız liberal entelektüeli Cezayir mücadelesini desteklemek yerine, kitlesel işkencelere ve 150.000’in üzerinde Cezayirlinin ölümüne göz yumdu.
“Bu insanların hepsi, aynı Bretonların ve Almanların sarı saçlı doğması gibi, kalplerinde öfkeli bir fanatizm ile doğdular. Bu insanlar insan ırkı için ölümcül sonuçlar doğurursa, bu benim için şaşırtıcı olmayacak.”
Avrupalı Yahudiler üzerine yazılan bu cümleler bir Nazi Almanyası propogandacısına ait değil, son günlerde ismini ifade özgürlüğü savunucusu olarak sıkça duyduğumuz, 18. yüzyıl Fransız filozofu Voltaire’a ait.
Voltaire’in İslam hakkında görüşleri bundan farklı değil. Voltaire’in yazdığı, Hz. Muhammed ile “yanlış ve barbar bir mezhebin kurucusu” diye dalga geçen bir oyunu vardır.
Böyle inançları benimsemiş olan hicivcilerin, devlet yetkililerinin ve filozofların haklarını savunurken, #JeSuisCharlie hashtag’i, saldırıdan saatler sonra dergiyle dayanışma amacıyla popüler bir anlam kazanıyor. Bu tarihi dikkate alınca şu açıkça görülüyor ki; kültürel üretim meselesinde her zaman bağlam önemlidir. Yıkıcı politikalar, ırkçılık ve diğer nefret söylemleri ve davranışları olmadan başarıyla takip edilemez.
İslamofobi her tarafa nüfuz ediyor
Kitlesel bir katliama neden olan Anders Breivik’i ya da ABD hükümetinin Müslüman mahkumlara uyguladıkları işkenceler ile ilgili son çıkan raporları sadece batılı liberal idealler temelinde kavrayamayız. Yine de, her yana yayılan bir İslamofobik atmosferin yükselişini düşündüğümüzde, ABD ve Avrupa’da öne çıkan söylemlerde görülen böyle bir şiddetin nasıl mümkün olduğunu ve normalleştiğini anlayabiliriz.
Müslüman azınlıkları rencide etme eğiliminde olmadan uygun bir konuşma nasıl olur sorusunun önemi, daha geniş toplumdaki aşındırıcı etkilerinin potansiyali ile ilgilidir. Aynı şekilde, Batı hükümetleri, Müslümanların radikalleşmesine neden olacağını düşündükleri fikirlerin ve mesajların yayılmasını engellemek için yoğun bir çaba içerisinde. Burada ifade özgürlüğüyle ilgili tüm iddialar çürüyor. Insan haklarını suistimal etmeyi ve kendi vatandaşlarının radikalleşmesini kolaylaştıran Müslüman karşıtı kültürel üretimin rolünü düşünmeleri gerekiyor. Müslüman karşıtı terör dalgasının geçtiğimiz on yılda gösterdiği artışa hepimiz şahit olduk.
Bill Maher ve Sam Harris’in İslamofobik argümanları ile ilgili bir yorum yapan din uzmanı Karen Armstrong şöyle diyor “bu konuşmalar toplama kamplarını doğurur.” Müslümanlara karşı uygulanan dehumanizasyon politikaları anti-Semitik düşüncenin daha önceki yüzyıllarda uyguladığı politikaya benziyor. İkisi de aynı zehirli dışlayıcı mantıktan çıkıyor.
Aslına bakılırsa, batılı ülkeler, Orta Doğu’daki otoriteryan rejimleri destekledikleri için liberal değerlerinden ötürü bir vicdan azabı yaşamıyor. Fakat bu durum, radikal köktenciliğin yükselmesi için bastırıcı bir iklim doğuruyor. Batı toplumları, sosyal birleşmenin yükselmesi söz konusu olduğunda ifade özgürlüğünü destekleme konusunda da aynı istekliliği göstermiyor.
Fransa, geçen yaz yaşanan savaş sırasında Gazze ile dayanışmayı yasaklamıştı. Devlet, “sosyal düzeni bozmak” için çalışan yazarlara, çizerlere ve hatta karikatüristlere dava açmıştı. Fransa Başbakanı Manuel Valls, dava edilen sanatçılar için son derece sağlam bir konuşma yapmış ve “Nefret yaratacak bu yazıları engellemek için bir şey yapmayalım mı? Elbette yapacağız.” demişti.
2008’de, Charlie Hedbo’nun editor, bir yazarını, anti-Semitik bulduğu için dergiden kovmuştu.
Bu noktada, ulusal diyaloglardan dışlanmaya devam eden batılı Müslümanlar, sosyal bütünlük bağlamında ele alınıyor. Radikal ayrımcılığın tarihsel devamlılığı, bir çok Müslüman ülkedeki stratejik hedeflerin izlenmesinde son yirmi yılda yaşanan artış ile birlikte, ABD kamuoyuna nüfuz eden bir kuşku ve düşmanlık atmosferine ve Avrupa’nın hoşgörüsüzlüğünün mirasının yeniden canlanmasına neden oldu.
Köktencilerin şiddet içerikli davranışlarını anlamak ve bu davranışları etkisiz bir halde getirmek için, bu trajik vakaları ifade özgürlüğü çerçevesinde değil, bu bağlamda ele almak gerekir. Voltaire’den ve Aydınlanmadan günümüze, modern batılı söylem artık İslam eleştirisi yapmaya doymuş olmalı.
Buna karşın, bazı Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen bu tiksindirici şiddet, son derece yeni bir olgudur. Batı liberalizminin “ideal” olarak tanımladığı bu meseleyi övmek yerine, bunun bir hata olduğu gerçekliğiyle yüzleşmek zorundayız.
Abdullah Al-Arian Georgerown Üniversitesi’nde yardımcı doçent, “Answering the Call: Popular Islamic Activism in Sadat's Egypt” (Çağrıya Cevap: Popüler İslamcı Aktivizm) kitabının yazarı.
Kaynak: Aljazeera.com
Dünya Bülteni için çeviren: Cansu Gürkan