Tarihin Sonu tezinin tezahürleri ortaya çıktıkça ne anlama geldiği, hazırlıksız bir dünya tarafından, esefle anlaşılıyor. Kendinden başka söylemin ortaya çıkamayacağını söylerken kendi değerinden değil de gücünü kast ettiğini eylemleriyle ortaya koyuyor küresel irade.

Tarihin sonunun geldiğine inanmayanlar için Medeniyetler Çatışması, yıllarca planlanmış proje olarak servise konmuş vaziyette.

Çıkış yok!

Küresel irade, en küçük titreşimi dahi denetleyeceği bir dünya kurgusunu işlerken iki özelliğimizden oldukça istifade ediyor: İştahımız ve zaaflarımız.

Arap Baharı adı altında fırtınaya dönüşen sosyal algı ve dönüşüm hikayesi gözümüzün önünde kuzey Afrika ülkelerini tarayarak Körfez’e ulaştı. Diktatörlerin, yerine göre desteklendiği, sivil toplumun ambargo ve provokasyon ile sahneye alındığı süreç sonrasında, iki yüz yıllık projenin icapları yerine getirildi.

Kendisinden çok geleceğine hesap yapılan, mucizesini mensuplarından daha iyi kavradıkları İslam söylemi için, çok yönlü bir kuşatma içinde, tecrübelerini yenileyerek tarihin sonu geldiğini görsel olarak da ortaya koyuyorlar.

İslam’ın kamilen, dünyada uygulanmadığını bilmelerine rağmen, en küçük kıpırtının üzerine abanan küresel iradenin Ezher’in müfredatına kadar müdahil olduğu, Bosna’dan terörist zanlısı olarak insan derdest edildiği hatırlanmalı.

Bütün İslam coğrafyası elden geçiriliyor.

Ölü olduklarına, dirilip harekete geçmeyeceklerine iman etmeleri isteniyor Müslümanlardan. Kendileri için kullanılan normların değişik coğrafyalarda yasak edilmesi ve güvenlik adı altında her türlü keyfi uygulamanın meşru kılındığı anlayış tarafından hukukun, özgürlüğün cümle içinde kullanılması tam bir ironiye karşılık geliyor.

İslam dünyası üçüncü kez büyük stabilizasyondan geçiyor.

Bu defa savaş, topraktan farklı konular üzerinden sürüyor. Geleceğin kendileri tarafından güvence altına alınması ve dünya kaynaklarını pervasızca kullanırken en küçük sözlü ve fiili müdahale ile karşılaşmak istemiyorlar. Tedbir olarak da küçüğün güzelliğine inandırmaya çalışıyorlar bizi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, yeni bir değerlendirmenin gereği olarak, her an müdahaleye açık hale getirilen coğrafyada büyük duvarlar örüyorlar aramıza. Çatala gelecek kadar küçük lokmalara bölünüyoruz. Coğrafyaya göre, halkın tutum ve davranışlarına, duyarlılıklarına göre plana konu oluyoruz.

Örülü duvarlar postmodern ve yıkılmaya karşı çok güvenli.

İştahımızın sınandığı ve en çok kaybettiğimiz alan burası. Kaşınmaya hazır kabuk bağlamış yaraların deşilmesiyle birbirimizin gırtlağına sarıldığımızda, kaç yüzyıl bizi engelleyeceği, bir araya getirmeyeceği hesap edilen duvarlar zihinlerde oluşuyor.

İştahı fazla olan, diğerleriyle bütünlük oluşturamayan zayıf ülkeler, gruplar, oksijen çadırına alınarak büyütülüyor. Kan davalı bir medeniyet kendi çadırı içinde kavga ederken gökyüzünü unutuyor.

Irak parça parça, Suriye bölgenin imtihan tahtası. Bu arada Filistin’in tamamen ilgisiz kalması da cabası.

Küresel irade kulağını kendine uzatana fısıldıyor ve sufleyi alan cüce kendini dev sanıyor. Bin kere aldanmışların bıraktığı ibretli sonuca rağmen, kendini kandırmada yeni maharetler kazanıyor. Türkiye’deki sorunun işleyişi de bundan farklı değil.

Ulus devlet konseptinin bir imparatorluk bakiyesini taşıyamayacağı malumdu. Ancak kurucu iradenin korkulu, dikte alan bağımlı iradesi ile oluşan yapı bir “ulus yaratma” gibi kendi medeniyetinin dokusuyla bağdaşmayacak bir ameliyenin içine girince otaya yüz yılı ihata edecek yakıcı sorun ortaya çıktı.

Sorunun banisi ve sürdüreni partinin günümüzdeki tutumu dikkate alındığında çelişkinin izaha gelmez tutumu da anlaşılmış olur. Sorunu silahla çözmeye yönelen örgüt ve açılımları sufle ile özgüven devşirip merhaleden merhale geçerken, sorunu oluşturan, besleyen ve büyüten partiyle aynı safta buluşması acı tebessümle düşünmeyi kaçınılmaz kılıyor.

Diğer yandan ülkeyi kangren eden sorunu çözmeye azmeden Müslüman iradenin geçmişte aynı güçler tarafından uğratıldığı mağduriyete rağmen gösterdiği çabanın iki tarafta oluşan milliyetçi kesimlerce anlaşılmaması da hayli ilginç ve o denli küresel sisteme uygunluk arz ediyor.

Kendi coğrafyasında ulus devlet aşamasını geçen ve kıta büyüklüğünde birleşmeye duranların içimizdeki küçük milliyetçilikleri desteklemeleri, uyanmamıza bir türlü vesile olamıyor. Hevesin gözleri kamaştırması, körlüğe denk bir tutum olarak ortaya çıkıyor.

Küresel iradenin içimize açtığı hendek, aynı ümmet içinde öteki oluşturma becerisi olarak ortaya çıkıyor.

Aradan yıllar da geçse birbirimizle kucaklaşamayacağımız hendekler zihnimizde açılıyor.