30 Ağustos Pazar günü gözlerimi televizyon ekranından alamadım.
Zafer Bayramı'nda yapılan kutlamalar çarpıcıydı.

87 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk Türkiye'nin bağımsızlık savaşına son veren nihai muharebeyi kazanmış ve modern Türk cumhuriyetinin kuruluşunun önünü açmıştı. Okunan şiirleri ve yapılan açıklamaları dinlerken insan sanki bunların hepsi dün olmuş gibi bir hisse kapılıyordu. Bu tür etkinliklerin iyi tarafı da budur. İnsanların geçmişin, ülkeyi kurmak ve barışı sağlamak için yapılan fedakârlıkların farkına varmasını sağlarlar.

Her Avrupa ülkesi, bir savaşın sonu veya bir ulusun doğuşu gibi kendi tarihindeki önemli olayları hatırlamak için özel günlere sahiptir. Kolektif bir ulusal hafızayı şekillendirmenin esaslı bir unsurudur bu. Vatandaşların, ait oldukları
ülkenin tarihine dair bir miktar temel bilgiyi paylaşması mantıklı.

Çoğu Avrupa ülkesi ise bu temelleri hatırlamak için ordudan ne kadar güçlü olduğunu göstermesini talep etmez. Askeri gücünü sergilemek açısından sadece Fransa her yıl Ulusal Günü olan 14 Temmuz'da düzenlediği törenlerle Türkiye'ye yakın bir resim çizer.

Çoğu ülkede bu tür kutlamaların güçlü bir sivil yapısı vardır. Ordunun geçmişte yaşananlara dahil olduğu gerçeği bugünlerde ona başrolü vermez. Ordunun 87 yıl önce hayati bir rol oynamış olması ve bugünkü kutlamalarda
hâlâ bu kadar ön planda olması Türkiye'nin kendine has özelliklerinden biri.
Fakat geçen pazardan bir süre sonra bu konuda kafamda soru işaretleri oluşmaya başladı. İzlediğim törenlerde kutlanan tek şey zafer değildi. Öne çıkarılan bir başka his daha vardı.

87 yıl önce üstesinden gelinen tehlikelerin hâlâ yerli yerinde durduğu hissiyatından kurtulmak imkânsızdı. 1922'nin hatırlandığı bütün o saatler boyunca bu his ustaca vurgulanıyor ve dolaylı bir biçimde altı çiziliyordu. Mesaj şöyleydi: Geçmişte kazandık ama bugün tetikte kalmalıyız çünkü Türk ulusu hâlâ tehdit altında. Düşmanlarımız hâlâ orada, tıpkı o zamanlar yaptıkları gibi saldırmaya hazır durumda. Bir anda bunun sadece tarihi hatırlamak olmadığının farkına vardım. Bu aynı zamanda tarihin yeniden şekillendirilmesiydi. Yoksa fazla mı hassas davranıyorum?

Neyse ki MHP lideri Devlet Bahçeli'nin söyledikleri bu konudaki şüphelerimin giderilmesi konusunda bana yardımcı oldu.

Zafer Bayramı açıklamasında kendisi gayet açıktı: "Dün topraklarımızı parselleyerek, Türk milletini yok etmek isteyenlerin emelleriyle, bugün milletimizin birliğini, kardeşliğini bozmaya uğraşanların amaçları üst üste örtüşse de tarihin şahitliğinde bu hain girişimlerden asla sonuç alınamayacağı iyi bilinmelidir."

Türkiye'nin uzun zamandır devam eden sorunlarını çözmek için gerektiğinde geçmişten kopmasını bu kadar zor hale getiren şey, tam da korkuların ve şüphelerin böylesine kronik bir biçimde beslenmesi.

Zafer Bayramı'nda daimi tehdide dair verilen ince mesajla, Bahçeli'nin hükümete yönelttiği ihanet suçlamaları arasında doğrudan bir bağlantı var. Buradaki süpriz, Bahçeli'nin Başbakan Tayyip Erdoğan'ı Kürt sorununa bir çözüm bulmaya çalışırken yabancı güçlerin taleplerine boyun eğmekle suçlaması değil.

Bu retorik her yerde, bütün söylemlerde milliyetçi politikaların ayrılmaz bir parçası. Ben geçen pazara dek bu inanılmaz suçlamaların nüfusun geniş kısmı tarafından böylesine kabul görmesine şaşırıyordum. Zafer Bayramı'ndan bu yana daha iyi anlıyorum.

Eğer Türklerin her birine her yıl aynı eski düşmanların Türkiye'yi yok etmeye yönelik aynı eski kötücül planlarıyla hâlâ orada durduğu mesajı veriliyorsa, birçok kişinin bu korkuları çıkarına kullanmaya çalışan siyasetçilere
bu kadar itibar etmesine şaşmamak gerek.

Kaynak: Radikal