Okuyacağınız yazı, Almanya'nın merkezi rol oynadığı süregiden Euro kriziyle ilgili değil. Finans piyasalarının ve Avrupa vatandaşlarının güvenini tekrar kazanmayı ve Yunanistan'ı olmasa bile, en azından İspanya ekonomisini iflastan kurtarmayı amaçlayan yeni planların hazırlanması sürecine Berlin'in ağırlığını koyacağına dair kimsenin zihninde kuşku yok.
Şu an Brüksel'deki AB kurumları, Euro Bölgesi ülkelerinin mali ve iktisadi politikalarını daha ileri boyutta koordine etmek için hevesli görünen planlar üzerinde çalışıyor. Bu ayın sonunda AB liderleri, Euro'yu kurtarmak için zorunlu olan, fakat seçmenlerinin büyük kısmının gözünde pek de popüler olmayan bu yeni entegrasyon adımlarını kabul edip etmeyeceklerine karar vermek durumunda. Angela Merkel lütfetmediği sürece de hiçbir şey kabul edilmiş olmayacak.
Velhasıl bu yazı Almanya'nın, bazılarının verip veriştirdiği, fakat herkesin kabul ettiği iktisadi ve siyasi hegemonyası hakkında değil. Mevzumuz Almanya milli futbol takımı.
1980'ler ve 90'larda Avrupa'da ve dünyanın geri kalanında Alman futbolu fırtına misali esti. Batı Almanya 1980'de Avrupa şampiyonu oldu, birleşen Almanya 1990'da Dünya Kupası'nı kazandı ve 1996'da bir kez daha bütün Avrupalı rakiplerini alt etti. Bu süreçte, ülke içinde ve dışında anıldığı ismiyle, Mannschaft, üç turnuvayı da ikinci sırada tamamladı. Başarıları Alman futbol takımını çok popüler yapmadı. Oyunları hiçbir zaman büyüleyici değildi, daha ziyade disiplin, çok çalışma, iyi organizasyon ve asla pes etmeme kabiliyetine dayanıyordu. Jürgen Klinsmann gibi müthiş ve sempatik bazı oyuncuları vardı, fakat Lothar Matthäus ve Andreas Möller gibi birçok başka Alman yıldızı kibirli kasıntılar gibi görülüyordu. Avrupa'nın geri kalanı Alman hakimiyetini gönülsüzce kabul etti, fakat içten içe rasyonel ve mekanik oyunlarından nefret etti. Bugün Merkel'in ve kemer sıkma önlemlerine yönelik tercihinin takdir edilmesine epey benzer bir durum söz konusuydu.
1996'dan bu yana Alman Milli Takımı'na duyulan antipati yavaş yavaş sona erdi, fakat bu büyük ölçüde Almanların artık eskisi kadar başarılı olmamasından kaynaklanıyordu. 2002 ve 2008'de gümüş madalya kazandılar, fakat hiçbir büyük şampiyonluk elde edemediler. 2010'da Güney Afrika'daki Dünya Kupası sırasında ilk kez bir miktar hayranlık duyulduğuna tanık olmak mümkündü, zira tat vermeyen seleflerinden farklı, heyecan veren yeni bir futbolcu kuşağı sahneye çıkmış görünüyordu. Yarı finallerde İspanya, aşılması çok güç bir engel olduğunu kanıtladı, fakat Almanların çeyrek finalde Lionel Messi'li Arjantin karşısında kazandığı zafer etkileyiciydi ve dünyanın geri kalanına Alman futbolunun artık hem etkili hem çekici olabileceğini gösterdi. Gelinen noktada, cuma günü başlayacak Avrupa Şampiyonası öncesinde, Alman Milli Takımı'na yönelik övgüler ayyuka çıkmış durumda. Analistlerin ve bahis şirketlerinin büyük çoğunluğuna göre Almanya, İspanya ve Hollanda ile birlikte şampiyonluğun favorilerinden biri. Benim içinse bir numaralı şampiyonluk adayı.
İspanyollarda sakatlıklardan dolayı bazı kilit önemde oyuncular (Puyol ve Villa) yok; diğer oyuncular ise Barcelona ve Real Madrid için oldukça uzun geçen sezonun ardından yorgun. Ayrıca 2008 ve 2010'da hem Avrupa hem dünya şampiyonluklarını kazanmalarının ardından yüksek motivasyona da sahip değiller. Hollanda ise korkarım savunmada fazla zayıf ve bazı hücum oyuncuları (Sneijder ve Robben) iki yıl önceki kadar formda değil.
Fakat Almanların favori konumda bulunmasının tek sebebi diğerlerinin muhtemelen başarısız olacak olması değil. Almanya Teknik Direktörü Joachim Löw, teknik ve taktik yeteneklerin göze hoş gelen bileşimine dayalı bir oyun tarzı oluşturmayı başardı; bu tarzın Mesut Özil, Sami Khedira ve Jerome Boateng gibi oyuncuların şahsında cisimleşmesi de tesadüf değil. Bu üç 'yeni' Alman, sadece ailevi kökenlerinden dolayı değil, yetenekleriyle de Almanya'nın fiziki güç ve kazanmaya odaklanma gibi 'eski' özelliklerine cazibe ve albeni kattı.
Liberal Hollanda gazetesi NRC Handelsblad, geçen hafta sonu Almanya Milli Takımı'na ayırdığı özel sayısında, Alman futbolundan nefret etmek yerine keyif almayı öğrenmemiz gerektiğini yazdı. Birkaç yıl önce böyle bir iddia uygunsuz ve hak edilmemiş sayılırdı. Şimdi birçok Avrupalı, Özil ve takım arkadaşlarının maçlarını dört gözle beklediklerini kabul etmek zorunda. Köprülerin altından çok sular aktı. Belki de Merkel futbol tecrübesinden ders çıkarabilir ve performansına biraz cazibe ve sürpriz katabilir. Yoksa bu, çok şey mi istemek olur?
[email protected]
Kaynak: Zaman