Geçen pazar Suriye Halkının Dostları toplantısına ev sahipliği yapan İstanbul, kısa süre sonra dünyanın geri kalanı tarafından yakından takip edilen bir başka toplantıya sahne olacak.

13-14 Nisan tarihlerinde İran'ın nükleer faaliyetlerine karşı çıkan ülkeler, İslam Cumhuriyeti'yle masaya oturup, İran'ın nükleer programıyla ilgili bir uzlaşmaya varma noktasında ilerleme kaydedip kaydedemeyeceklerine bakacaklar.

Daha önceki yazımda da anlattığım gibi bu zirveyle ilgili beklentiler düşük. İran ve BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesi ile Almanya bugüne kadar hiçbir mesele üzerinde anlaşamadılar. Diğer yandan anlaşmaya varma baskısı da hiç bu kadar güçlü olmamıştı. Ekonomik yaptırımlar İran ekonomisini kötü etkilemeye başladı ve İsrail, İran'ın nükleer tesislerine saldırı seçeneğini gayet bariz bir biçimde masada tutuyor.

Türkiye, sadece bu toplantının ev sahibi değil. Geçmişte Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Tahran'ı mantıklı talepler karşısında adım atmaya ikna etme kabiliyetlerini gösterdiler. Brezilyalı meslektaşlarıyla birlikte Mayıs 2010'da İran liderliğini Tahran Deklarasyonu'nu imzalamaya ikna ettiklerinde, kısa ömürlü de olsa, en parlak dönemlerini yaşadılar.

Bu belgenin önemini anlamak için Ekim 2009'a geri dönmemiz lazım. ABD Kongresi ve İsrail, diplomasiyi bırakıp İran'a karşı sakatlayıcı yaptırımları devreye sokma baskısını artırmasına rağmen, Obama yönetimi İranlılara bir nükleer takas anlaşması önermişti. İran, 1.200 kilo Düşük Düzeyde (yüzde 5) Zenginleştirilmiş Uranyumu'nu (DDZU) başka bir ülkeye (tercihen Rusya'ya) nakletmeye razı olduğu takdirde, 5 artı 1 ülkeleri bu materyali yüzde 20 oranında zenginleştirilmiş uranyum halinde yeniden işlemeye, tıbbi amaçlarla kullanılabilecek yakıt çubuklarına dönüştürmeye ve 12 ay içinde İran'a geri göndermeye söz veriyordu. Bu, bütün taraflar için bir kazan-kazan anlaşması gibi görünüyordu. ABD ve AB, İran DDZU'sunun yüzde 75'ini dışarıya göndereceği ve böylece uranyum artık İran tarafından nükleer silahlarda kullanılacak şekilde zenginleştirilemeyeceği için tatmin olacaktı. Obama, ayrıca nihai diplomatik çözüm için zaman kazanacaktı. İran büyük ihtiyaç duyduğu tıbbi izotopları alacak ve (tam bir kabul olmasa da) en azından uranyum zenginleştirme faaliyetleri tanınacaktı. Fakat iki tur görüşmelerin ardından müzakereler çöktü, çünkü temel bir güven eksikliği vardı.

ABD'deki önde gelen İran yorumcularından Trita Parsi, büyük övgüler alan yeni kitabı "Zarın Tek Seferlik Dönüşü"nde bu döneme ve takas anlaşmasının işlememesinin sebeplerine epey bir yer ayırıyor. Parsi, Amerikalı, İranlı, Brezilyalı ve Türk yetkililerle görüşmelerine dayanarak Brezilya ve Türkiye'nin Mayıs 2010'da aynı pazarlığı hayata geçirmek için gösterdiği çabaları da ayrıntılarıyla anlatıyor. İki ülke, Nisan 2010'da Obama'dan Washington'ın İran'la muhtemel bir anlaşmada kabul etmeye razı olacağı koşulları saydığı birer mektup aldıktan sonra ABD'ye yardım ettikleri izlenimine sahipti. Bu koşullar Ekim 2010'da önerilenlerden temelde farklı değildi. Bir ay sonra Mayıs 2010'da, Brezilya ve Türkiye, Amerika'nın parametreleri dahilinde kalarak, İran'a aynısını ortak Tahran Deklarasyonu'nda yapması için baskı uyguladı. ABD'nin uzlaşmayı Türkler ve Brezilyalılar için kurulmuş bir İran tuzağı diye niteleyip hemen ve gözü kapalı reddetmesiyle iki ülke de neye uğradığını şaşırdı. Parsi'ye göre Amerikalılar, iki yükselen gücün anlaşmayı kotarabileceğine asla inanmamış ve bu arada tüm diplomatik enerjisini Ruslara ve Çinlilere BM Güvenlik Konseyi'nde İran'a yönelik daha sert yaptırımları kabul ettirmek için kullanmıştı.

Tahran Deklarasyonu'nu tekrarlanamaz ve tekrarlanmayacak eşsiz, fakat başarısız bir girişim olarak görme eğilimi var. Mayıs 2010'daki düzenlemenin iki yıl sonra aynen tekrar edilemeyeceğine ben de katılıyorum. O zamandan bu yana, İran'ın halen işlediği toplam DDZU miktarı ve sahip olduğu uranyum zenginleştirme kapasiteleri gibi değişen unsurlar var. Yine de birçok gözlemci, benzer bir anlaşmaya varmanın hâlâ mümkün olduğunu ve belki daha da önemlisi, İran'ın nükleer amaçlarıyla ilgili çok daha kapsamlı, bütün tarafları tatmin edecek bir anlaşma için gereken asgari güvenin yine de yaratılabileceğini düşünüyor. 13-14 Nisan'da Erdoğan ve Davutoğlu'nun Mayıs 2010 ruhunu diriltebilmesini ve bu kez ilgili bütün ülkelerin kabul edeceği yeni bir anlaşmanın yolunu döşeyebilmesini umalım.

Kaynak: Zaman