Mümin olarak, dünyanın hal ve gidişinden memnun isek, niyesini bulmak durumundayız. Sonra memnuniyetimizin meşruiyetini sorgulamalıyız. Memnun değilsek de nedenini araştırmalıyız. Memnuniyetimizin nedenler toplamında dünyaya ait saikler mi yatıyor?
Şükür ve hamd her daim.
O büyük hesaba ait. İmtihanın gereği.
Hayata indiğimizde, ondan memnun olmak çok kolay olmamalı. Kötüden, kötülükten kurtulmak bir yana, iyinin de iyisini arama durumundayız. Bir yanımızla sessizlikte, kendimize döndüğümüzde, hissettiğimiz sesin bizi asıl yurda davet ettiğini sezeriz.
Gurbet duygusunun halini, her statüde duyabilmek marifet.
Dünya bin bir çehresiyle kendini sevdirmek, ahireti unutturmak kastıyla önümüzde reverans yaparak bizi inişlere çağırır.
Razı olma halimiz, bizim bu çağrıyı kabul ettiğimiz anlamına gelir.
Müslüman, evrende zulüm varken mutlu olamayan insanın adıdır.
Bir başka açıdan baktığımızda, adaletin bir iklim gibi kainatı kuşatmadığı zaman diliminde, müminin rahatsızlığı dinamik devingenlik halinde olmalıdır.
Sorunlar ne denli büyük olursa olsun, iman varsa umut yerindedir ve mutlaka bir çıkış yolu mevcuttur.
Müslümanın yenilgisi kendi elindedir. Müstağni davrandığında ve zulme bulaştığında ancak kaybetmiştir. Bunun dışındaki bütün yenilgi sayılanlar "kaybetmek" değildir.
Yeter ki, niyet halis "rıza" yerinde olsun.
Eğitim, her mekanda ve zamanda duruşunu ve hedefini amacına matuf kılan insan yetiştirmeyi öncelemeli. Bir yanıyla "beslenme"ye ara vermeden, diğer yanıyla anlık, günlük ve gelecek zamanın gereğini yerine getirme mücadelesi içinde olmalı.
Statülerin yarışa girdiği günümüz dünyasında, takvanın yerini kültür alır hale geldi. İnsanlar yapıp ettikleri ve sakındıklarıyla değil, konuştuklarıyla, statüleriyle önemli hale geldiler. Bu aşama, dünyevileşmenin başka bir gösterge üzerinden belirtisi olarak karşımıza çıkıyor.
Cemaatlerin verimliliğe yönelerek, değişim gösterememeleri karşısında, yeni bir anlayışla oluşması gereken çabalar ortaya çıkmıyor.
Bir başka insanla iş yapabilme becerisinden yoksun binlerce birey var; hepsi de kültürlü ve eylem yoksulu. Cematte kendilerini ifade edemiyorlar.
Küçük bir sorun değil bu.
Heba edilen, gün yüzüne çıkmayan büyük bir potansiyel, sorumluluk almayınca ve eylemin hissiyatından beslenmedikçe, kültürün oluşturduğu geçicilik ve niteliksiz değişim tuzaklarından kendini koruyamayacaktır.
Akıştan rahatsızlık, konuşma ile kültür serdetmekle telafi edilecek kadar kolay olmasa gerek. Kuran ile düşünen insan modeli, salih amelin öğreti gücünü ihmal edemez. İlahi söylemle ilişkisini günlük kuran ve ona ön yargısız anlama çabası içinde olan, tek başına var olma gücüne ve cemaat halinde çalışmanın künhüne varabilir.
Teknoloji alt yapısıyla söyleme duran ve ülkeleri iç içe geçiren küresel dünyanın karşısında, sosyalleşmeyi sadece çatışmada bulan bir anlayışın başarılı olabilmesi olası değil.
Oysa küresel anlayışı yüzyıllar öncesindenimkanlı kılan, insanı gördüğü yerde ve zamanda kuşatan bir söylemin çocuklarıyız.
Menzilimiz gökyüzünün gittiği yere kadar ve orayı da aşan özelliğe haiz.
Bu söyleme rağmen, kendine ulus devletlerden, kabile,mezhep ve meşrep milliyetçiliklerinden hücer yapmamız; Kitaba " teslim olmak yerine, ona akıl öğretmeye kalkmamızdan kaynaklanır.
Ne çok aklımız var!
Ve nedense, irademiz yok.
Bunun üzerine düşünme çabamız da yeterli değil. Gırtlağımıza kadar zulme batmış haldeyiz ve üstelik, halimizden de rahatsız değiliz.
Çözümün öznesi, iddianın sahibi bir söylemin, pratikte sorunun kaynağı olmak gibi, garabet içindeyiz.
Tüm imkansızlığa rağmen, umudu üretme kabiliyetimizi harekete geçirme durumundayız.
İlk iş olarak soruya dönmeliyiz:
Dünyadan/yaşadığımız dönemden razı mıyız; değil miyiz?
İki seçeneğin de nedeni ne?