Medeniyetleri tanıma açısından insan telakkilerine bakmak isabetli yöntemlerdendir. "Birey"i ve onun ortaya çıkaran süreci anlamaya durduğumuzda küreselliğin koordinatlarını da yakalamış oluruz.

Mümin ile  "birey" arasında, biyolojik benzerlik dışında, paylaşılacak çok az bir alanın olduğu hayatın karşılaşılan her alanında ortaya çıkmakta. İki ayrı algının hayat tarzı, varlık tasavvuruna dayalı olarak farklılık gösterir.

Birey, kilise baskısı altında geçen, adeta dünya nimetlerini haram hale getiren Katolik din algısının, tam aksi savruluşa geçerek, büyük bir enerjiyle ortaya çıkmasıyla varlık buldu. Hıristiyanlığın büyük sancılarla Protestan mezhebin etkisine girmesiyle, geçmiş yanılgının aksine, ahretin yaptırım gücünü yok sayan dünya cenneti arayışı hızla kabul gördü. Yeni anlayış köklerini eski Yunan'a dayandırarak boşalan büyük bir enerjiyle kâinata saldırdı. Akıl ve bilim yeni mezhebin iki dokunulmazı olunca, gelecek tasarımı insanın mahiyeti açısından hesap edilemez bir duruma dönüştü. İnsanın aşkın boyutunu makaslayan bu durum, fiziki dünya algısına paralel olarak insan bedenini, dolayısıyla onun arzusu zevkleri merkez aldı.

Aydınlanma, yanlış inanışla aklını kullanamayan söylemin; aklından başka ölçüt kabullenmeyen bir başka yanlış algıya dönüşü olarak tebarüz etti. Dönüşüm sonucu tarihsel mahrumiyet sınırsız ihtiyaç ve büyük bir açlıkla tüketime durdu.  Aydınlanma kendini, düştüğü yerden aklını kullanarak kalkıp erginliğe ulaşmanın izahıyla tanımlar. Sonuçta ortaya çıkan insan tipi tarihten,  aileden ve üçüncü dinden koptu. Üç yönlü kopuşla kendini var etme sürecine giren, üst değer yoksunu profilin geldiği süreç; yalnızlık.

Birey yalnızlığın tedavisini, konumunu koruyarak aradığından, köklü çözümler yerine geçici unutkanlıklardan; uyuşturucu ve alkolden medet umar hale geldi.

İnsanı kaybeden doğal olarak aileyi de yitirmiş oluyor. Tersinden de bakınca aynı sonuca ulaşmak mümkün; aileyi yitiren insanı da kaybediyor.

Müslüman insanı tanımlamaya durduğumuzda öncelikle tarihten, vahiyden kopuk bir bakışın dışına çıkmak gerekiyor.  İlk insanın vahiy alıyor oluşuyla başlayan süreçten söz ederken, aklı ve kalbi birlikte inşa eden, varlık tasavvurunu bu paradigma ile kuran, günümüze uzanan kesintisiz akıştan bahsetmiş oluruz.

Vahyin belirleyici değer olduğu Tevhid merkezli algının, eylem ve tasavvur oluşturması büyük bir cemaat olarak, ilk insanla kıyametin son müminini birbirine bağlar.

Bir cemaate mensubiyet, ortak değer paylaşımını ve dolayısıyla sorumluluğu ifade eder. Müslüman insan arzularını vahyin kontrolünde şekillendirir. Kişide oluşan değer algısı toplumu besler ve tekrar insana motivasyon olarak yansır. Bir başka ifadeyle, kişisel değerle toplum arasında besleyici akış söz konusudur.

Mümin kimseye kendi bedeni ve canı emanettir. Aynı zamanda onun varlığı diğer müminlerin sorumluluğu altındadır. Çalışıp, dünyadan nasibini alırken, malı putlaştırmadan ahiret merkezi anlayışla yaşarken, sosyal durumu, statüsü oranında çeşitli sorumlulukları olduğu bilincindedir. Anne ve babaya, akrabaya, komşuya, yoksula, yolda kalmışa karşı "bana ne" diyemeyeceği sorumlulukları vardır. Sorumluklarını yerine getirdiğinde salih amelle topluma olumlu katkı yaparken, kişisel boyutta ahiret yurduna ait vecibeleri yerine getirmiş olur.

Müslüman, "iyiliği yaymak kötülüğe engel olmak" sorumluluğuyla, bireyden farklı bir konumlayışa sahiptir. Birey kendini, yasalar dışında sorumlulukla kayıtlayamazken, müminin kulluk bilinciyle ortaya koyduğu bütün eylemlerinde topluma yansıyan seri iyilikleri sevap bahsi ile artarak sürer.

Müslüman kötülüğü, gücüne göre; el ile, söz ile, en son çaresizlikte buğz ile çözme yoluna gider. Son şık, en zayıf halde dahi kötülüğe karşı tavrı koruyan bilinci müdafaa açısından önem taşımaktadır.

Müslüman ihtiyaçlarını yerine getirirken, her an ve mekânda Allah (cc) rızasını gözetme durumundadır. Bu amaç doğal olarak mümini, aileyi ve cemaati/toplumu iyilik güzergâhında, ucu ahrete varan sırat-ı müstakim üzere tutar.

Vahiyle barışıklık; tarihle, kendiyle, toplumla uyumu olmayı ve dayanışmayı beraberinde getirir. Müminin elinde nimet bir başkasının aleyhinde kullanılamaz. Devlet araya girmeden önce müminler sorumluluğa dayalı, ölçülere riayet ederek hayatı kolaylaştırmış olurlar. Devlet güncelleme için ve daha çok da akışta hakemlik görevi ile ihtiyaç bahsinde yer alır.

İslami hayat, doğal olarak, Müslüman insanların Allah(cc) rızasını amaç olarak benimseyip Tevhid ekseninde, aile, ekonomi, siyaset vb. konularda salih amel duyarlılığıyla yaşadıkları hayatın adıdır.

Bu hayattan taviz verdikleri oranda batıla yaklaşma ve benzeşme ortaya çıkar. Küresel ölçekte yaşanan seküler hayata özenme, benimseme başladıkça, Müslüman sorumluluğu yerini bireye dönük algı ve icraatlara bırakıyor.

Öz sığlaştıkça kabuk önemini artırır hale getiriyor.

Birey ve mümini yazılı tanımlar üzerinden karşılaştırdığımızda farkların daha belirgin olduğunu görürüz. Birey, başarıyı, her şeye rağmen isteyen ve yapıp ettiklerinden kimseye karşı sorumluluk duymayan bir dünyaya aitken, Müslüman, toplumsal boyutta erdemi/takvayı öne koyar. Başarıyı erdemle elde etmeyi hedefler. Ahlaki temelde kayıtlanmayan an ve mekan olmadığı inancıyla Yaratan'ı rızasını/hatırını üst düzeyde tutarak hareket eder.

Kur'an inanmanın ardından hemen salih amelin önemine vurgu yaparak, iman, amel ve hesap günü algısıyla müminleri diri tutuyor; karamsarlığa, çaresizliğe batıla özenmeye karşı keskin bir bilinçle karşı koyuş istiyor:

Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir? (Fussilet-33)