Yunanistan’daki ekonomik ve mali krize dair tartışma, Avrupa Birliği’nde birçoklarının üstünün örtülü kalmasını tercih edeceği bir meseleyi gündeme getirdi. Son iki haftadır Avrupa’da en çok sorulan soru şu: AB devreye girip Yunanistan’ı iflastan kurtarmalı mı? Kurtarmalıysa, nasıl?
Fakat Avrupalı liderlerin en fazla korktuğu netice, AB’nin müdahalesinin ancak üye devletler birliğe daha çok yetki transfer etmeye yanaştığı takdirde mümkün olabilmesi. Başka bir deyişle, Yunan krizinin avro-kuşağının geri kalanına sirayet etmesini önlemek için ülkelerin egemenliklerinin bir parçasını daha vermek ve AB’yi daha hâkim kılmak zorunda kalması. Birçok siyasetçinin yapmaya istekli olmadığı şey tam da bu işte.
Bir an için mevzubahis soruya dönelim: AB, Yunanistan’a devasa bütçe açığını kapatması konusunda arka çıkmalı mı çıkmamalı mı? Birlik içinde AB’nin değil, IMF’nin devreye girmesi konusunda güçlü bir lobi yürütülüyor. Bu fikrin destekçileri, IMF’nin yardıma ve nakte ihtiyacı olan ülkeleri kurtarmak ve disipline sokmak konusunda daha tecrübeli olduğunu iddia ediyor.
Diğer iki IMF yanlısı argüman hükümet temsilcileri tarafından sık dile getirilmiyor, fakat Almanya ve Hollanda’da son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında ikisi de ön plana çıkıyor. Birincisi şu: Ekonomisini daha derli toplu yürüten biz Avrupalılar, başkalarının yaptığı hataların faturasını niye ödeyelim? İkincisi de şu: Brüksel’in başarılı şekilde müdahale edebilmesi için AB’ye daha fazla yetki devretmek istemiyoruz.
Diğerleri ise IMF seçeneğinin arzu edilir olmadığı sonucuna varıyorlar. Kendi iç sorunlarıyla başa çıkamadığı takdirde AB’nin rezil olacağını ve prestij yitireceğini düşünüyorlar. İplerini ABD’nin elinde tuttuğu IMF’den medet ummak Avrupa’nın özgüvenine ciddi bir darbe vuracak ve avronun değerine olumsuz etki edecek.
Nihai olarak, Yunanistan’daki sorunların sadece başlangıç olduğu ve Financial Times gibi etkili medya kuruluşlarınca desteklenen mali piyasaların bütün avro kuşağına saldırı başlattığına dair yaygın bir korku söz konusu. En zayıf halkadan başlayan, fakat en tepeye kadar ilerleyecek bir süreçten endişe ediliyor. Eğer bu doğruysa, ancak güçlü ve yekvücut bir AB bu tür basınçlara göğüs gerebilir.
Avroya dair yürüyen mevcut tartışma, bana on yıl önce ortak para biriminin başlangıcına eşlik eden değerlendirmeleri hatırlatıyor. O günlerde birçok iktisatçı para birliğinin, ülkeler bütçe ve mali politikalar konusunda, hiçbir koordinasyon olmaksızın, kendi başlarına karar aldıkça işlemeyeceği uyarısında bulunmuştu.
O dönemde filiz veren ve bugün iyice serpilip gelişen sorun şu: Üye devletlerin büyük kısmı ulusal bütçeleri üzerinde karar alma yetkisinden asla vazgeçmek istemiyor. Birçok başkentte ve AB vatandaşındaki hissiyat, AB’nin zaten fazlasıyla yetkiye sahip olduğu yönünde.
Gelinen noktada kilit soru, Avrupalıların, ulusal egemenliklerine yapışarak ortak para birimine ve bu minvalde, bütün Avrupa projesine ciddi zarar verme riskine girdiklerini idrak ettiklerinde, bu güçlü kanıyı tekrar gözden geçirmeye istekli olup olmadıkları.
AB’nin sınavdan geçtiği bir dönemdeyiz.
Yunanlılara verilen ve spekülasyon çakallarını yıldırmayı amaçlayan moral desteği, Atina’nın kan kaybından ölmesini engelleyecek somut önlemler takip edecek mi? Almanlar, Fransızlar ve Hollandalılar, herkesin hayrına olacağı fikrinden ilham alan bu dayanışma eylemine ne kadar para akıtmaya yanaşacak? Ve nihai mesele de şu olacak: Siyasetçilerin, hakim Avro-kuşkuculuğa göğüs gerip, bütün AB üyesi ülkelerin küresel hengame dönemlerinde ayakta kalmasını sağlamak için ulusal yetkilerin bazılarının daha yüksek, daha Avrupalı bir seviyeye devredilmesini savunacak cesareti var mı?
Kaynak: Radikal