İran'ın elinde bulundurduğu düşük düzeydeki uranyumu tıbbî reaktörlere güç sağlamak gerekçesiyle yüzde 20 oranında zenginleştirme kararı alması sonrasında Washington, Tahran ile ekonomik ilişki içerisinde olan dört şirketin malvarlığını dondurup aşamalı olarak Ahmed-i Nejad yönetimine karşı olan sert politikasında daha ağır ambargoların beklenmesi gerektiğinin ilk sinyallerini vermiştir. 
 
Böylece 2009 yılında ABD Başkanı seçilmesi sonrasında Obama'nın İran konusunda, "nükleer krizin çözümünün ateşe karşı ateş politikasıyla değil diyalog yoluyla halledilmesi gerektiği" yönündeki söyleminin geride kalan bir yılın sonunda ne denli başarılı olduğu tartışılır. Beyaz Saray'ın son günlerde İran'ın tansiyonu artıran söylemlerinden dolayı yaşadığı hayal kırıklığını gündeme getirerek aldığı ambargo kararının arkasındaki esas etken ve hedeflerin ana hatları:

1-Uluslararası toplumu ekonomik yaptırımları artırmaya teşvik etmesi 2-Başta Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt olmak üzere Körfez ülkelerine yönelik silah satışına hız vermesi ve bu ülkeleri İran tehlikesine karşı korumak üzere bir füze kalkanı oluşturulması 3-Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın bölge gezisi esnasında Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin 2003 Irak operasyonundan farklı olarak ABD'yi destekleyeceğini açıklaması ile bu ülkenin desteğini kazanması 4-Ve ABD Savunma Bakanı Robert Gates'in Moskova ziyareti esnasında İran'a müdahale planlarına soğuk bakan Kremlin yönetimini "realist bir politika" izlemek hususunda ikna etmesi şeklinde özetlenebilir.

KRİZ TIRMANIRSA TÜRKİYE ZARAR GÖRÜR

Buna karşın ABD Savunma Bakanı Gates'in, Obama'nın İran konusunda şimdiye kadar en fazla esneklik gösteren başkan olduğu, dolayısıyla Ahmedinejad'ın, bu fırsatın bir daha ele geçmeyebileceğini görerek dolambaçlı politikalara son vermesi gerektiği yönündeki açıklaması; ya Tahran'ı ılımlı politikaları değerlendirerek uzlaşma masasına oturmak ya da savaşa kadar gidebilecek risklerin sonuçlarına katlanmak arasında seçim yapmaya zorlayacak bir mesaj niteliğinde görülmelidir. Fakat bu gelişmelerden Amerikan yönetiminin tüm gemileri yaktığı sonucu çıkarılmamalıdır. Zira Hillary Clinton'ın İsrail'i kızdırmak pahasına da olsa El Kaide tehlikesinin İran'ın sebep olduğu sorunların yanında çok daha büyük olduğu şeklindeki açıklamasıyla ABD'nin önceliğinin Tahran'dan çok Afganistan ve Pakistan'da yaşanmakta olan çıkmaza bir son vermek olduğunu göstermiştir.

Dolayısıyla Başkan Obama'nın, Ankara aracılığı ile yürütülen Tahran-Washington diyalog girişimlerinin başarısız olmasından en kazançlı çıkacak ülkenin İsrail olacağını göz önünde bulundurarak Tel Aviv'in kışkırtmalarına kapılmak bir yana Türkiye'nin İran ile uzlaşı konusunda öncülük ettiği politikalara bir şans daha vereceği kesin gibi gözükmektedir. H. Clinton'ın Katar'da Başbakan Erdoğan ile görüşmesi ve A.Davutoğlu'nun Tahran ziyareti Ankara'nın çabalarını destekler mahiyettedir. ABD, savaşa karar vermeden önce, muhtemel bir sıcak çatışmanın İran ile sınırlı kalmayıp tüm bölgeyi ateşe atacağını, bu savaşa kimlerin hangi sebeplerle dahil olacağını, bundan başka yaşanmakta olan global ekonomik krizin bedelinin yeni yeni ödendiği bir dönemde yeni bir savaş maliyeti karşısında zorlanacağının farkındadır. Bununla birlikte, Irak'ta vaat edilen huzur sağlanmadan ve Filistin konusunda Netanyahu'nun barışa yönelik adım atması gerektiği yönünde ikna edilmeden muhtemel bir savaşa girmek, Ortadoğu'da işleri daha da çıkılmaz hale getirecektir. Nitekim El Kaide ile İran'ın birleşmesinin her an gerçekleşebilecek bir ihtimal olduğunun göz önünden bulundurarak, Washington'un İsrail'in savaş tuzağına kolay kolay düşmeyeceği ve şimdilik uluslararası toplumu yaptırımlar konusunda organize etmekle yetineceği ihtimali ağır basmaktadır. Özetle Obama yönetiminin 2003 yılında Irak'a girilmesi sonrasında İran ile komşu olmasının da etkisiyle, Tahran yönetimi ve Şii müttefiklerine karşı başta Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün olmak üzere bir Sünni ittifakın temellerini atmayı ve İran'a yaptırım uygulanması konusunda ayak direyen Rusya'yı yumuşatarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde elini güçlendirmeyi başarmışsa da asıl önceliğin Nejad yönetimine karşı hareket eden muhalifleri cesaretlendirmek suretiyle İran'ı içeriden bir değişime yönlendirmek olacağı ve önümüzdeki günlerde bu seçeneğin, savaş dahil olmak üzere diğer tüm alternatiflerin önüne geçeceği anlaşılmıştır. Washington bir savaş başlattığı takdirde galip gelse dahi yeni ve küçük cephelerin açılacağını ve çatışmaların misket bombası etkisi göstererek Afganistan'dan Somali'ye kadar uzanan bir coğrafyaya yayılacağını bilmek zorundadır.

İran cephesinde Nejad yönetiminin göz önünde bulundurması gereken esas husus ise, ABD'nin şu anki BM Güvenlik Konseyi Başkanı Fransa'nın desteğiyle bu kurumun yaptırımlarını sertleştirmek, NATO'yu arkasına almak ve 2003 Irak savaşında oluşturduğu koalisyon güçlerini bu kez Körfez ülkelerinin tamamını yanına alarak genişletmek gibi kartlarını kullanmaktan çekinmeyeceğidir. Çin'den görmüş olduğu desteğin bir açık çek olmadığını ve önümüzdeki dönemde uluslararası konjonktürdeki gelişmelere göre Pekin yönetiminin konumunu değiştirebileceğini göz önünde bulundurmak zorundadır.

Ahmedinejad'ın "Yüzde 20 zenginleştirilmiş uranyum ürettik, bölgede en güçlü ülke biziz." açıklaması sadece Batı'ya yönelik bir meydan okuma mesajı taşımadığı gibi aynı anda aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok bölge ülkesine karşı bir gövde gösterisidir. Nitekim başta Türkiye olmak üzere tarafsız kalan ve uzlaşıyı destekleyen ülkelerin, İran'ın krizi tırmandıran tutum izlemesi halinde geri adım atacakları aşikârdır.

Kısaca Nejad yönetimi dünyaya meydan okuma politikasında ivedi olarak bir gözden geçirme hamlesi yapmadığı takdirde, nükleer bir İran'ın bölgesel dengelerin değişmesinde etkili olacağı noktasından hareketle, hem Ankara'nın tansiyonu düşürme çabalarına zarar vereceği hem de AK Parti hükümetinin Tahran'a dolaylı-dolaysız olarak verdiği destekten dolayı ciddi bir hasar göreceği bilinmelidir. Nükleer güce sahip bir İran'ın Türkiye'ye olan getirisi ve götürüsünün ne olabileceğinin hesabının iyi bir şekilde yapılması gerektiği gibi kimin kimi daha ağır şartlara sokabileceği iyi bir şekilde hesaplanmalıdır. 
Prof. Dr. Samir SALHA

Kaynak: Zaman