İslam hayatın ta kendisidir. İlk insan, ilk peygamber isimleri, ölçüyü koyduğunda ana ekseni oluşturmuş, başlangıç vuruşunu yapmış oldu. Arkasından gelen bütün sapmalar reaksiyoner kalmıştır. Küçük -büyük bütün farklılıklar, ekseni dikkate alarak ona yaklaşmayı veya uzaklaşmayı esas alarak yapılandıklarından varlıklarını asıla borçludurlar.
İman- inkar ve ikisi arasında sayısız tonla yürüyor hayat. İnsan niyeti, cehti kadar yerini buluyor, konumunu belirliyor.
İslam kendi içinde de farklı, çoğulcu yapısıyla, tevhid çerçevesini esas alır. Ancak zaman içinde tevhidin dışına çıktığı halde, kendini tek doğru gören farklı görüş ve gruplar ortaya çıktı.
Mürcie bunlardan biri ve alametifarikası, imanın amelle ilişkisinin olmadığını savunması. İtikadi mezhep olarak ortaya çıkan Mürcienin görüşüne göre, insan iman ettikten sonra hangi küfür eylemleri içinde olursa olsun tekfir edilemez.
Mürcienin karşı ucunda Harici inanışta bunun tam tersi geçerlidir. Hariciyeye göre küfür ameli işleyen kişi müşrik olur. Bu inanışa göre amel imandan bir cüzdür.
Bu iki mezhebin ortaya çıkışına baktığımızda, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki olayların iki farklı yorumu olduğunu görürüz. Diğer bir ifadeyle, konuyu ilmi bir ihtiyaçla ele alıp hiç bir olay yokken bir netiye varılmış değil.
Birbirine zıt iki görüş bir olaya bakış üzerine ortaya çıkmış. Ehli sünnet bu iki ucun ortasında itidali ifade eder. İman amelden bağımsız değildir, ancak günah işlenince mümin tekfir edilemez. Büyük günahlarda ısrar mümini imandan eder.
Mürcienin görüşüne baktığımız zaman, laikliğe zemin hazırlayan ve imanı işlevsiz bırakan bir mahiyet içeriyor. Özellikle Kur'an pek çok ayette imanın hemen arkasından salih ameli zikretmektedir. İman edip kurtulacak mısınız (Ankebut-2) diye soruluyor.
Harici mezhebinin inanışına göre günahı, tövbeyi nereye koyacağız? Hatasız, günahsız Rabbe yönelmek mümkün mü? O'nun af ve mağfireti olmadan hangi kul imtihanı kazanabilir?
Değinerek üzerinden geçtiğimiz bu iki anlayışın reaksiyoner karakteri ve uzlaşamaz zıt kutuplarda yer almaları, İslam tarihine büyük külfet yükledi ve yüklemeye devam ediyor.
Hariciliğin keskin, tavizsiz, nakille sınırlı karakteri savaşta başarıya dönük olmakla birlikte, barışta en küçük yerleşim birimini yönetmekten aciz olduğu icraatta kendini göstermiştir.
Yorumu dışlayan anlayış, yeni olaylar ve değişen ihtiyaçlar karşısında eklektik konuma yerleşme dışında seçeneğe sahip değil. Körfez ülkelerindeki yaşantı üzerinden bunu gözlemlemek mümkün.
Topyekûn bir ümmet çetin dönemden, akıl tutulmasından, hedef bulanıklığından geçmekte. Hesaplar günlük, bakış alanı gözün gördüğü mesafe kadar.
Bölgeyi masaya yatıranlar iki yüzyılı planlarken, hesapları küresel ölçekte ve geleceğin ihtiyacına göre kuruyorlar.
Geçmişten ibret almayan, tarihi gelip geçen günlerden ibaret sayanlar hesap yapamaz ve hesaplara nesne olurlar. Birinci dünya savaşında oynanan oyunlar ve kabilelere ayrılarak vaatlerle oyalanan ihtiraslı şeyhler, şimdi daha rafine bir düzenlemenin içinde gönüllü olarak emre amade durumdalar.
Şiddeti organize eden öfke gücü, aynı zamanda aklı iptal etmede fonksiyoner etki oluşturunca gençliği harekete geçirmek her zamankinden kolay oluyor.
Kurşunun, bombanın sözü söylediği yerde aklın işlevi, savaş alanıyla sınırlı hale gelir.
Kendi dışında herkesi helak olanlardan gören anlayış için dost yok, mesele şehit olmakla düşmanı geriletmek arasındaki sınırlı alandan ibaret kalıyor.
Ümmetin birliği reaksiyoner inanış yüzünden param parça ve parçanın bütünle ilgisi kalmamış durumda.
Her şey tevile uğramış. Öyle ki zıddına varana kadar. Keskin kabullerin durumu da aynı. Yoruma kapalı anlayışlar da tevilci merhaleye farklı parkuru dolanarak ulaşıyorlar.
Kitap grup çıkarı doğrultusunda okundukça, önyargılara delil arandıkça yardıma müstehak bir konuma da ulaşılamayacak.