İnsan muamma. Kendini sürekli tanımların, tariflerin elinden kurtarma becerisine sahip insanın ele geçmesi hayli zor. Her insan bir tanımı içeriyor demek de pek yanlış olmaz. Doğruda ve yanlışta farklılaşmak bir yana, insan değişkenliğiyle de malul.
İnsanın kapasitesi ve sınırlarının değişmesi onu tamamen yaklaşım dışı kılmaz. Her medeniyetin insanı nitelemesi, aynı zamanda kendini ifade etmedeki önemiyle bağlantılı olarak ortaya çıkar. Kötülük ve iyilik eğilimleriyle yazılmamış kağıt gibi pak doğan insanın, daha sonraki tercihleriyle, kötülüğe veya iyiliğe ait bir tercihin sorumluluğunu üstlenir. Bir başka ifadeyle, iyilik ve kötülük bir emek dahilinde, insan çabasıyla kazanılır.
Söz konusu kazanımda, akıl ve iradeye sahip varlık oluşuyla, tercihinin sonucuna katlanmak durumunda olduğunu da fark edebilecek yeteneğe sahiptir. Akıl, duygu ve duyu organlarına malik insan için içinden çıkılmaz bir durum varsa, o vasatı da kendi imal etmiştir. İnsan için varlığın Sahib’ini onaylamak veya inkar etmek gibi iki seçenek mevcut.
Bundan sonrası yapılan seçimin mahiyeti ve sonuçlarıyla ilgili hale gelir.
İslam medeniyeti açısından insan eşrefi mahlukattır. Yaratılmışların en değerlisidir. Yaratıcı tarafından zirveye konmuştur. Zerreden kürreye, bütün varlık ona hizmet için var kılınmış ve ona hizmet için boyun eğdirilmiştir.
İnsanın asıl değeri, Mevla’nın kendi ruhundan üflemesiyle oluşmuştur. İslam’ın insanı değerli görmesi, varlık düzeyinde bu değerle ayrımsız bir biçimde başlar. İnsanın bu değeri taşıyıp tekrar, düştüğü cennet yurduna varabilmesi için kendine büyük bir nimet olarak vahiy verilir. Ve bu seçim içerisinde farklı kutuplar ortaya çıkar.
Tevhid ve diğerleri...
Hak ve batıl iki temel hizip/ yaklaşım ortaya çıkar. Ortaya çıkan bu iki varlık tasavvuru, hayat içinde bütün boyutlarda kaçınılmaz olarak mücadele içinde olurlar. Dünya iktidarı iki tercih arasında mütemadiyen el değiştirerek yürüyüşünü sürdürür.
Müslüman algısında, insan nefes aldıkça, hiç bir şey bitmiş sayılmaz.
Son nefese kadar her şey mümkün. İnsan, her yönüyle değişime açık bir varlık. “Oldum” demek yok. Kendini mustağni gören, yaşantısı ne kadar muttaki olursa olsun, kaybeder. Her mümin, her an korku ve ümit içinde olma durumundadır.
Bu bakış açısı, aynı zamanda, batılda olanlara bakışı da kapsar. İnkarda konumlanan insanın zaman içinde imana inkılab edeceği ihtimali, ilişkileri dikkat boyutuna taşır. Bu nedenle, batı katılığında ben ve öteki bakış açısı İslam’a uymaz. Kendinin batıla düşmesinden korkan ve daima duada bulunan, aynı zamanda insanlığın imanla şeref bulması için yalvarır. Müminin bu talebinde dünyalık hiç bir çıkar bulunmaz. Sadece, hak edenin sevilmesinde buluşmanın manevi hazzı, adalet duygusunun insanı kuşatmasıdır ortaya çıkan.
İslamın bu zengin ve dengeli bakışında insanlar, bir anne ve babadan meydana gelmiş yaratılıştan kardeştirler, aynı özelliklere maliktirler. Öte yandan vahye iman ederek tevhide ulaşılmasıyla kazanılmış, yeni bir kardeşlik iklimi elde edilmiş olur. Aynı kıbleye yönelmenin, aynı kitabın çocuğu olmanın ortak duyarlılığıyla bilişen müminlerin toplumsallığı, ümmet olarak ortaya çıkar. Ümmet, gücünü keyfi kullanamaz sorumlukla, tek tek Mevlaya ahd vermiş müminler topluluğudur.
Ümmet adaletle sınırlı gücün adıdır.
Keyfi davranışların cezaya mebni olduğu, insan hayatının büyük bir dikkatle korunduğu ve ilişkilerin güven içinde yürümesinin öngörüldüğü bir yapıdır ümmet. İnkarcı olmak öldürülme sebebi değildir.
Tebliğin imkanıdır inkar.
Müslümanların ecir kazanması için tebliğle, hal ile İslam’a insanları davet etmeleri kaçınılmaz görevleri arasında olmakla birlikte, aynı zamanda inkarda bulunan bir topluluğun varlığına delalettir.
İnkarın bütün türleri ile iyi geçinmeyi öne koyan vahiy eksenli yaklaşım, ölmenin ve öldürmenin kaçınılmaz olduğu alanların da sınırlarını belirlemiştir. Gayrimüslimleri rehber/öğretmen edinmedikçe barış içinde geçinmeyi öneren yaklaşım, kendini İslam’a düşmanlık üzerinde konumlandıranlara karşı önlemi önerir.
Savaşı sınırlayan ve zulmün kalkması veya önlenmesi üzerine mecburi bir durumda uygun bulan İslam’ın söylemi, sonuna kadar barışı önceleyen çabayla ortaya çıkar. Bu nedenledir ki, tarih içinde farklı hayat tarzlarıyla bir arada yaşama becerisini, sadece İslam göstermiştir.
İslam’ın insanı tek başına değerli kabul etmesi ve son nefesine kadar ondan umut kesmemesi, temel bir özellik olarak geçişken bir ilişkiyi kaçınılmaz kılar.
Toplumun keskinleşen ayrım kalıplarına düşmeden, farklılıklarıyla bir arada yaşama erdemine kavuşacağı aşama, insandan ümidi koparmayan, tevbeyi her an devrede tutan, bu bakıştan sirayet edebilir ancak.
İnsanı devlet için, sistem için değil, bütün varlığın onun için yaratıldığını düşünerek, her ikisini de yine ona hizmet için amade kılmak gerekir.
Ne yazık ki, modern dünyada düşman silahıyla birbirini öldürüp yine aynı hesabın işin kolaylaştıran Müslüman anlayışların varlığı, dengeyi kökünden sarsmıştır. Barışın savaşın statüsü alt üst olmuştur.
Kan davası ekilen coğrafyalarda, bir avuç toprakla doyulacak bir dünya için, sonsuz bir kaybedişin sonucuna, öfke sayesinde, ulaşılmaya çalışılıyor.
İnsan her zamankinden daha değersiz.
Müslüman mezhep ve asabiye penceresinden birbirine baktıkça, daha küçük görüyor kardeşini.
Kardeşlik küçüldükçe zulüm irileşiyor.