İsrail'de kalan, yani kaçmayan ya da devlet kurulduğunda sınır dışı edilmeyen Araplar 1948 yılından itibaren İsrail vatandaşlığına kabul edildi. Serbest seçimlerde oy kullanabiliyor, hükümeti eleştirebiliyor ve devlet görevlisi olabiliyorlar ki bunlar, bölgedeki Arap soydaşlarının birçoğunun mahrum olduğu ayrıcalıklar.
İlk defa 1949'da bir Arap Knesset'e seçildi ve bugün 120 sandalyeli parlamentoda 12 Arap vekil mevcut.
Ama bundan, İsrail'deki Arapların hayatlarının güllük gülistanlık olduğu sonucu çıkmamalı. Baştan beri, medeni haklar hareketinden evvel Afrikalı Amerikalılarınkine benzer şekilde, ikinci sınıf vatandaş konumundaydılar. Bugün, İsrail vatandaşlarının yüzde yirmisi (yaklaşık 1,3 milyonluk bir nüfus) Arap ama ne yolları Yahudi mahallelerindeki kadar hızlı asfaltlanıyor, ne de okulları ve hastaneleri aynı oranda kaynak alıyor. Bundan da kötüsü, mülk edinmelerinin önüne engeller ve yerleşebilecekleri yerlere dair kısıtlamalar getirildi. Araplar arasındaki yoksulluk oranının Yahudilerinkinin üç katı olması da fazlaca şaşırılacak bir durum değil. Tüm bunlar yeterince içler acısı. Ama son zamanlarda gelen haberler, durumun ileriye değil, geriye doğru gideceğini gösteriyor. Önce, İsrail Merkezî Seçim Kurulu'nun ocak ayında Arap partileri, teröre destek oldukları ve İsrail'i Yahudi devleti olarak tanımayı reddettikleri gerekçeleriyle bu haftaki seçimlerden yasaklama kararı geldi. Neyse ki, bu karar İsrail Yargıtayı'ndan geri döndü.
Ardından, Evimiz İsrail Partisi'nin lideri Avigdor Lieberman, İsrail'deki Arapların sadakat yeminleri imzalamaya ve bayrağı ile ulusal marşını kabul etmeye zorlanmaları gerektiğini ileri sürerek kampanyasını "sadakat yoksa vatandaşlık da yok" mecrasında yürüttü. 'Bunları reddetmeleri durumunda, vatandaşlıktan atılmalılar.' dedi. Bunların yanı sıra, Lieberman, İsrailli Arapların ileride kurulacak Filistin Devleti'nin hukukuna dâhil olması ve Hamas'la görüşen Arap siyasetçilerin ölüm cezasına çarptırılması gerektiğini de söyledi. Salı günkü seçimde Evimiz İsrail, Knesset'teki üçüncü parti ve hükümetin de muhtemel ortağı haline geldi.
Bu gelişmeler medeni haklara ilişkin çok basit ve bariz problemlerin habercisi. Ama aynı zamanda, İsraillilerin görmezden gelmeyi tercih ettiği çok daha temel ve derindeki bir soruyu ortaya çıkarıyorlar: Hem Yahudi hem de demokratik olan bir devlet mümkün mü? Başka bir deyişle, Yahudilerin anavatanı olarak kurulan, diaspora Yahudilerine "dönüş hakkı" tanıyan ama başka kimseyi tanımayan, bayrağında Davud'un Yıldızı'nı barındıran, ulusal marşında da Yahudilerin Siyon'a hasretini dile getiren bir ulusun Yahudi olmayanları, hakiki ve eşit vatandaşlar olarak addetmesi mümkün mü? İsrail, kurulduğundan beri bu çelişkileri dengelemeye çalışıyor. 14 Mayıs 1948 tarihli kuruluş bildirgesi "Yahudi halkının kendi egemen devletinde kendi kaderinin efendisi olma hakkını" dile getiriyor ve bir yandan da "din, ırk ve cinsiyet ayrımı gütmeksizin tüm sakinlerine eşit sosyal ve siyasal haklar" vaat ediyordu. Ama bugün, birçok açıdan işleyen bir demokrasi olmasına rağmen, özellikle, Arap nüfusun Yahudi nüfustan daha hızlı büyüdüğü bir ortamda, gerilim sürüyor. Eğer, İsrailli liderlerin kaygılandığı gibi, Arapların sayısı Yahudilerinkini geçerse ne olacak?
Çözüm ülkenin demokrasisini zayıflatmak değil. Kısıtlamaların asgariye indirilmesi, daha fazla eşitlik ve Batı Şeria ile Gazze'de egemen bir Filistin Devleti'nin kurulması çok daha yapıcı yaklaşımlar. Bunlar, Yahudilerle Araplar arasındaki gerilimi her yerde azaltacaktır. Demokrasinin kolay olduğunu kimse söylemiyor. Hele de varoluşsal sorunlarla ve içerideki hoşnutsuzluklarla karşı karşıya olan bir ülke için. Ama tarih, İsrail'in kötü bir yolda yürüdüğünü gösteriyor. Birleşik Devletler, 1940 yılında sol bir devrim korkusuyla, hükümeti devirmenin suç olduğunu ilan ettiğinde hatalıydı. İkinci Dünya Savaşı esnasında, kendi göbeğindeki beşinci bir cephe korkusuyla Japon asıllı Amerikan vatandaşlarını toplama kamplarına kapattığında da hatalıydı. İsrail sadakat ve iyi vatandaşlık istiyorsa, Arap azınlığın demokratik haklarını kısıtlamak yerine, genişletmeli. Başyazı, Los Angeles Times, 15 Şubat 2009
Kaynak: Zaman