Birleşmiş Millet İnsan Hakları Komitesi'nin, İsrail'i "savaş suçlusu" ilan eden Goldstone Raporu'nu kabul etmesi, Ortadoğu açısından çok önemli bir dönüm noktası kuşkusuz.
İsrail, tarihinde ilk kez, "Balkan kasabı" olarak adlandırılan Saraybosna Savaşı'nın sorumlusu Sırp lider Slobodan Miloşeviç düzeyinde suçlanıyor.
Gazze'de bu yılın başında 1.400 masum sivil öldürülmüş, fosfor bombaları ilkokul bahçelerine yağmıştı.
Görüntüleri hepimiz hatırlıyoruz, unutulur gibi değil...
Bütün bunların sonrasınrda önemli gelişme: Dünyada artık hiç bir şey yapanın yanına kar kalmıyor.
Uluslararası düzeyde yaşanılan "değişime" artık "lobisi güçlü" İsrail bile direnemez.
Kudüs yönetimi, söz konusu raporu durdurmak için çok çabaladı. Raporun, İsrail ile Hamas'ı aynı seviyede suçlu görmesi bile vahimdi. Ama oldu. Oylama sonrasında İsrail siyaset ve medya cephesinde yaşanılan gelişme ise şöyleydi: "İsrail, Türkiye'den sonra, çok güvendiği iki müttefikini, İngiltere ile Fransa'yı da kaybetti!.."
Gerçekten, BM Güvenlik Konseyi'nde veto yetkisine sahip İngiltere ile Fransa'nın oylamaya hiç katılmamış olması dikkat çekicidir.
"Ulusal varlığını savunmak" ile "masum çocukların üzerine bomba yağdırmayı" birbirine karıştıran bir devlet anlayışının uluslararası düzeyde köşeye sıkıştırıldığı bir dönemden söz ediyoruz.
Stratejik saçmalamalar
Birleşmiş Milletler'de esen hava, Başbakan Erdoğan'ın geçtiğimiz şubat ayında "one minute" tartışmasıyla sembollenen Türk politikasının da doğrulanması anlamına gelmektedir. Dünya, "Gazze'de öldürülen masum çocuklar konusunda sessiz kalmamıştır..." Bu gelişmelerin devamında Anadolu Kartalı Askeri Tatbikatı'ndan İsrail'in dışlanmasıyla gündeme getirilen bir dizi "stratejik saçmalamalar" da izliyoruz.
Bu konuda öne çıkarılmaya çalışılan ana noktalardan birinin, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin dış politikanın belirlenmesinde eski ağırlığının kalmadığı, özellikle Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanı olmasıyla Türkiye'nin radikal bir şekilde yön değiştirdiği yeklinde olduğunu görüyoruz.
Saçmalık...
Türkiye Cumhuriyeti devletinin işleyiş mekanizmasında MGK bugün de en önemli istişare zemini olarak yerini korumaktadır ve tüm "kritik konular" bu toplantılarda siviller ile askerlerin mutabakatı çerçevesinde çözümlenmektedir.
Demokratik açılım... Ermenistan ilişkileri... Suriye ve Irak'la ilişkilerin geliştirilmesi...
İsrail uçaklarının tatbikattan dışlanması...
Hepsi, ortak mutabakat çerçevesinde yürüyen hassas konulardır ve Türkiye Cumhuriyeti de kurumlarının birbiriyle kavga ettiği bir "muz cumhuriyeti" değildir.
Kaldı ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi, son derece demokratik bir oylama sonucunda ünlü 1 Mart Tezkeresi'ni reddedip, Washington'daki neo-conlar ile Kudüs'teki şahinlerin planlarına darbe vurduğunda Ankara'ya kadar gelip, "Ordu bu işe neden müdahale etmedi" diyebilen Abramowitz'leri de dün gibi hatırlıyoruz...
Konu gelip İsrail'in çıkarlarına dayandığında kıymeti kendinden menkul bazı aklı evvellerin neden gözlerini ordumuza diktikleri de ayrı bir soru işaretidir...O "lobi"nin anlayamadığı, TSK'nın hızlı bir değişim süreciyle tipik bir "AB ordusu" kimliğine yol aldığıdır.
Ulusal çıkarlar ne diyorsa
Bir önceki Amerikan yönetimi sürecinde Türkiye'yi, "Şii İran'a karşı Sünni ittifakının lideri yapmaya" dönük stratejilerin tuzağına Ankara düşmedi. Sünni Arap dünyasında İran'a karşı geliştirilen bloklaşmanın üyelerinin İsrail'in Gazze saldırısına Türkiye'den daha "ılımlı" tepki göstermiş olması Ortadoğu tarihi açısından ibretlik bir durumdur.
Türkiye'nin "bölgesel süper güç" olarak, tercihini "bloklaşmalardan değil, açık sınırlardan yana" koymuş olması Kudüs ve Washington'daki "şahinleri" rahatsız etmiş olabilir.
Yaşanılan gelişmeler Türkiye'yi, 2'nci Dünya Savaşı'ndan bu yana ilk kez "cephe ülkesi" konumundan "merkez ülke" konumuna taşıyor.
Batı-İsrail ekseninde hep "bir şeye karşı cephe ülkesi" haline getirilmeye çalışılan ve bir dönem bunu da yaşamak zorunda bırakılan bir ülkenin yeni dünya düzeninde kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yaptığı manevraları izliyoruz sadece...
Kaynak: Star