Bu yazıya, aynı vatanın evlatları arasındaki diyalogun önemini vurgulayarak başlamam gerekiyor; aksi takdirde hepimiz, güçlerimizin boş yere heba olup gideceği bir mücadelenin içine düşeriz. İşte sıkıyönetimin kaldırılması ve parti kurma özgürlüğünün sağlanması için anayasada gerekli değişikliklerin ve düzeltmelerin yapılmasında ısrar edilmesi zorunluluğunun sebebi budur. Böylece hiçbir tutuklama korkusu olmadan barışçı, demokratik bir diyalog ortamı içinde, bütün siyasi renkler kendilerini ifade edebilirler.

 

Ancak bu konudaki özgürlüğün durumu da, diğer konulardaki özgürlükler gibidir; yani mutlak değildir. Dolayısıyla demokratik siyasi çalışmalar içinde yer almak isteyen her hangi bir akım, teşkilat veya siyasînin, oyunun kurallarına uyup, iktidarın el değiştirmesini kabul etmesi ve sanki büyük Çin imparatoruymuş gibi, hayatı boyunca tahtta kalmaya çalışmaması gerekir. Onun için herkesin bu kurallara uymasını sağlayacak düzenlemelerin yapılması, araçların ve ilkelerin belirlenmesi zorunludur.

 

Aynı şekilde Kültür Bakanı Faruk Hüsnü’ye olan saygımı da vurgulamak istiyorum. Onu, uzaktan beğeniyorum; resmî ortamlarda birkaç kez ayaküstü konuşmanın dışında onunla görüşmüşlüğüm yoktur. Kültür Bakanlığı’nın, Firavunlar, Kıptiler ve İslâm dönemine ait eserlerin restore edilmesindeki, müzeler kurulmasındaki ve Firavunlar dönemine ait eserlerin hırsızlığa karşı korunmasındaki gayretlerini biliyorum.

 

Bu girişten sonra, Kültür Bakanı Faruk Hüsnü’nün, örtü ile ilgili açıklamalarına gelmek istiyorum. Ben de, onun gibi ve birçokları gibi, çağımın insanıyım; örtü meselesindeki fıkhî görüş hakkında çok şey bilmem. Bu yüzden “fıkhî görüş” dediğim zaman, bazılarının sandığı gibi, “otoriteyi ve hüküm koymayı” tekelime aldığımı söylemiş olmuyorum.

 

Ben edebî eleştiride uzman biri olarak, eleştiri yapacak kişinin, eleştiri kurallarını, dilini, kültürünü, teorilerini ve araçlarını çok iyi bilmesi gerektiğinin tamamen farkındayım. İncelediği metni, her yönünü araştırarak okuyup, onun hakkında kompoze (bütüncül) bir görüş ortaya koyması ancak bu şekilde mümkündür. Aksi takdirde, yaptığı eleştiri, dağınık ve kişisel kanaatlerinden ibaret olur.

 

Örneğin ben, resim sanatını çok iyi takip ettiğimi iddia ediyorum ve pek çok sanatçının çalışmalarını da beğeniyorum. Ancak bir gazeteci bana şu veya bu sanatçı hakkındaki görüşümü sorduğunda, onu uyarıyorum ve bu konuda uzman olmadığımı, söylediğim şeylerin, kendi beğenilerime dayanan kişisel görüşlerim olduğunu ifade ediyorum. Çünkü bu konuda bütüncül bir eleştiri ortaya koyacak donanıma sahip değilim. Bütün bu çekincelerden sonra, bu alanla amatör olarak ilgilenen biri olarak görüşümü söylüyorum. Ancak bu, eleştiri yetkisini kendimde topladığım iddiası değildir; sadece bu alanda benim verdiğim hükümlerin sınırlarının açıklanmasıdır.

 

Edebiyat ve sanat eleştirisi açısından durum bu olduğuna göre, aynı kuralları, önemli dinî meseleler hakkında uygulamamız da kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bütün bunlardan dolayı, dostlarımdan birine, örtü meselesindeki fıkhî görüşü sordum. Bu dostum din adamı değildir, ancak bu meseleleri benden daha iyi biliyor. Dedi ki: Örtünün şekli ve sınırlarıyla ilgili en yaygın olarak bilinen hadis, Hz. Peygamber’in (SAV), Esma bint Ebu Bekir’e söyledikleridir. Hadis anlam olarak şöyledir: Bir kadın buluğ çağına geldiğinde (hayız görmeye başladığında), burası ve burasından başka hiçbir yerinin görülmemesi gerekir. Hz. Peygamber (SAV) burası ve burası derken, yüze ve ellere işaret etti. Ancak bu rivayette veya hadiste zayıflık vardır. Çünkü “munkati”dir, yani bu hadisi Hz. Esma’dan rivayet eden sahabenin kim olduğu bilinmiyor.

 

Sonra dostum sözlerini şöyle sürdürdü: Ancak –Hz. Esma rivayetinde- kadının nasıl örtünmesi gerektiği ile ilgili niteleme, genel olarak Kur’an’ın bu konudaki yönlendirmelerine ve emirlerine uygundur. Bunlardan biri şu ayettir: “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini (humur), yakalarının (cuyub) üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tabi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur suresi: 31).

 

Bir diğer ayet şudur: “Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın...” (Ahzâb suresi: 33). Ve bir diğeri: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini (celâbîb/cilbablarını) üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Ahzâb suresi: 59). Ayette geçen celâbîb (cilbablar), bildiğimiz gibi, ayaklara kadar uzanan örtüdür.

 

Dostum bütün bunlardan şu sonucu çıkardı: “Bu ayetler, cahiliye açıklığına karşı koyacak, tahrike engel olacak ve kadının insanlığını, aklını, şahsiyetini, toplumsal ve insanî rolünü ortadan kaldırıp, sadece arzuların tatmin kaynağına dönüşmesine mani olacak örtünmenin genel çerçevesini belirliyor.”

 

Burada bir hususu işaret etmem gerekiyor: Örtüyü savunanlardan bazıları, onu farz olarak görüyorlar, ama bütünün bir parçası olarak. Buna göre örtü, öncelikler fıkhı çerçevesinde, büyük bir öncelik sayılmaz; ortada başka İslâmî öncelikler vardır: Yeryüzünde adaletin tesis edilmesi, yolsuzluğa karşı savaş ve sömürgeciliğe karşı direnmek gibi. Tıpkı İhvânü Müslimîn’in (Müslüman Kardeşlerin) genel mürşidinin şu sözleriyle ifade ettiği gibi: “Herkes biliyor ki, örtü İslâmî bir farzdır. Bununla birlikte, bu konu hak ettiğinden çok daha büyük bir mesele yapıldı. Oysa Mısır, örtüden bin kez daha büyük problemler ve krizlerle boğuşuyor: Diktatörlük, fakirlik, işsizlik, yolsuzluk, eğitim ve sağlıktaki gerilik gibi.

 

Kültür Bakanı Faruk Hüsnü de benim gibi dinî meselelerde uzman olmadığı için, onun “dinî bir hükümden söz etmedim” şeklindeki sözünün doğruluğuna inanıyorum. Öyleyse bu sözüne binaen, onun örtü konusunda yaptığı açıklamayı nereye koyacağız?

 

Onun kültürel ve medenî bir hükümden söz ettiğini söylersem, doğrudan uzaklaşmış olmayacağıma inanıyorum. Gerilik, toplumsal ve medenî bir söylemdir. Cahiliye ve ridde (geriye/eskiye dönme) kavramları da. Tıpkı yükselme ve aydınlanma kavramları gibi. Bütün bunlar çağdaş Mısır söyleminde, dinî değil, kültürel ve medenî içerikleri olan kavramlardır. Dolayısıyla konuyu bu açıdan ele almamız gerekiyor.

 

Örtüyü geriliğin kriterlerinden biri olarak niteleyenler, kelimelerini tartarak konuşuyorlar. Kültür Bakanı da bunlardan biridir. O bu ülkeyi ilerleme yoluna koymaya çalışırken, şüphesiz ileriliğin kriterlerini de, geriliğin kriterlerini de biliyor ve örtüyü bu kriterlerden biri olarak kabul ediyor.

 

Şimdi Kültür Bakanı’nın ve onunla aynı çizgide olanların söylediklerini tahlil edelim. Bu kimseler “mutlak” bir ifade özgürlüğünden ve yeni bir şey üretme özgürlüğünden bahsediyorlar. Bir şey söylemeye cüret eden ve bir görüşü savunan herkesin yüzüne bunu haykırıyorlar.

 

Belki çokları bilmez, ama benim ilgilendiğim konulardan biri de, giyimdeki, özellikle de kadın giyimindeki gelişmelerdir. Çünkü bu konudaki gelişmeleri, Batı’da insan hakkındaki gelişmelerin bir ifadesi olarak gözlemlemeye çalışıyorum.

 

Batı’da kadın giysilerinin, her geçen gün vücudun daha fazla yerini açıkta bırakacak şekilde kısaldığını gözlemliyorum. Öyle ki bu giysiler artık, biri tarafından yapılan isimlendirmeyle “yarı-bel” (demi-ventre) kıyafetler haline gelmiştir. Yani bunlar güzel giyimli kadın (the well-dressed women) yerine (kıyafetleri) biçimsiz kadını ortaya çıkarmıştır.

 

 Giyim tarzını belirleyenlerden (modacılardan) birine, hiçbir bir din, kültür ve zevkle ilgisi olmayan bu kıyafetlere itiraz ettiğimi bildirince, şunu söyledi: Bunlar birer sanatsal çalışmalardır. Senin bu itirazın, düşünce ve yeni bir şey ortaya koyma özgürlüğüne karşı bir denetleme kabul edilir. Bu, yeni ve mutlak bir sekülerizmdir.

 

Ona şunu sordum: Peki toplumun, kendisini parçalayıp yok oluşa götürecek yönelişlere karşı kendisini savunma hakkı yok mudur?

 

Daha önce hiç aklına gelmemiş bu soruyla karşılaşınca şaşırıp kaldı. Çünkü, yeni bir şey ortaya koyma konusunda mutlak özgürlüğü savunan diğer entelektüeller gibi o da, bunun burjuvazi bir görüş olduğunu ve bireyi, kendi referans kaynağı haline getirdiğini idrak edemiyor. (Tıpkı sermayenin, hiçbir insanî ve toplumsal kaygı gözetmeksizin, sadece arz-talep, kâr-zarar kanunlarına boyun eğerek, tam bir özgürlük içinde piyasalarda dolaşması gibi).  

 

Ancak toplum, piyasa (pazar) değildir. Toplum, birbirinden ayrılamayacak derecede iç içe girmiş olan, bir ölçüde şuurlu ve kompleks bir yapıdır. Birey ne ölçüde yaratıcı olursa olsun, toplumun bireye karşı önceliği vardır. Toplum bireye değil, birey topluma mensuptur.

 

Bazı devrimci entelektüeller, insana ve topluma düşman olan felsefî içeriğini idrak etmeden, yeni bir şey ortaya koyma ve yeni bir şey ortaya koyanlar için mutlak özgürlük talep etme yoluna girdiler. Bu durumda giysi modacılarına susmak düştü. Özellikle de birkaç yıl  içinde beş büyük modacının “aids”ten ölmesinden sonra. Bunların hepsi de eşcinsel kimselerdi. Tekstil firmaları, kârlarında bir azalma olmaması için, hemen bu haberi örtbas etme yoluna gittiler. Yani firma sahipleri aslında, modacıların ortaya koyduğu yeniliklerdeki gayri toplumsal, gayri ahlâkî ve gayri insanî boyutu idrak ediyorlar. Çünkü bu yenilikler topluma ait değildir.

 

İfade özgürlüğünü savunan ve sanatı mutlak bir özgürlük haline getiren bu kimseler, söz konusu mutlaklığı dinden ve (ister ahlâkî, ister insanî olsun) mutlak değerlerden çekip alıyorlar. Dine özel bir konum belirliyorlar ve onu bir vicdan meselesi yapıyorlar.

 

Dinin siyasetten, ekonomiden ve toplumsal hayattan tamamen kopuk bir şekilde insan vicdanının özel bir bölümünde bulunduğunu tasavvur ediyorlar. (Sanki bireysel vicdanın, kamu hayatıyla hiçbir ilgisi yoktur).

 

Bu yüzden herhangi bir olgu ele alınırken, -bu dinî veya gayrî dinî bir olgu olabilir- hareket noktası “dinin devletten (yani dünyadan ve genel olarak insan hayatından) ayrılması” şeklindeki sekülerizmin tarifi oluyor. Ancak bu, dünya ve insan nefsi için bir piyasa görüşüdür. Oysa insan kompleks bir varlıktır; aynı şekilde insanın davranışları da. Onda dinî olan ile siyasî, ekonomik ve psikolojik olan iç içe girmiştir.

 

 Burada şöyle bir soru sorabiliriz: İsraillilere saldırmak için kendisini feda eden bir Filistinli, acaba bunu dinî sebeplerden mi, ekonomik sebeplerden mi, toplumsal sebeplerden mi, yoksa psikolojik sebeplerden mi yapıyor? Bu soruyu verilecek en sağlıklı cevap şudur: Onu böyle bir şeye sevk eden etkenler komplekstir; o kendini feda edeceği bu eyleme kalkışırken, bütün bu etkenler hep birlikte onu harekete geçirir.

 

Dini, hayatın diğer bütün alanlarından koparanlar, eğer genel hayatta dinî bir görüntü ortaya çıksa, bunun geriliğin bir görüntüsü olduğunu düşünürler. Doğal olarak zihinlerinde, Batıcı sekülerist proje ve sloganı “Batı’ya iltihak etmek” olan “Arapların yükseliş” projesi vardır. Bu proje, -sanki aklı iki kulağından ibaret olan papağanlar gibi- tatlısı ve acısı, iyisi ve kötüsü ile tamamen Batı’yı taklit etmeyi esas alır.

 

Bu anlayışın bir sonucu olarak, Fransa’nın Mısır’a saldırısının iki yüzüncü yılının anısına özel bir kutlama yapılması gibi uğursuz bir teklif gündeme getirildi. Sebebi ise, bu saldırının, Batılılaşma ve aydınlanma istikametindeki ilerlemenin başlangıcı olarak değerlendirilmesidir.

 

Bu kimseler Fransa’nın Mısır’a saldırısının, ülkemize yönelik Batı sömürgeciliğinin, kültür mirasımızı yok etme çalışmalarının ve bizi kendi çıkarlarına uygun bir kullanım maddesi haline getirme gayretlerinin başlangıcı olduğunu idrak edemiyorlar.

 

Mısır halkının bu sömürgeciliğe karşı ortaya koyduğu asil direnişi unutmuş görünüyorlar. Ezher’in öncülük ettiği birinci ve ikinci Kahire ayaklanmalarını unutmuş görünüyorlar. Aynı şekilde Ezher’li Süleyman el-Halebi’nin, işgal komutanı Keleper’i öldürmesini ve Ezher alimlerinin sömürgecilerle işbirliği yapmayı reddetmelerini de unutmuş görünüyorlar.

 

Bu kimseler Fransa’nın Mısır’a saldırısını, Mısır’ın ve Fransa’nın tarihi ve toplumsal gerçekliğinden soyutluyorlar. Böyle yapan bir araştırmacı veya düşünür, incelediği olguya istediği anlamı yükleme fırsatı elde etmiş olur.

 

Onun için bu kimseler, Fransa’nın Mısır’a saldırısını ilerlemenin bir etkeni, bu saldırıya karşı verilen direnişi de (doğal olarak) geriliğin bir göstergesi olarak takdim etmişlerdir. (Bugün, Filistin direnişini “terör” olarak isimlendiren Batı’nın yaptığı da bundan pek farklı değildir. Batı Hizbullah, Hamas ve Cihad örgütlerini, “terör örgütleri” listesinde gösteriyor. Lâ havle ve lâ kuvveti illâ billah).

 

Örtüyü geriliğin bir sembolü olarak takdim edenlerin de böyle bir şey yaptıklarına inanıyorum. Örtüyü, toplumsal, tarihi ve insanî gerçekliğinden soyutlayıp, Batı modelini esas alarak geriliğin ve ileriliğin göstergesi olarak sunuyorlar.

 

Bu noktada onlara şu soruyu yöneltebilirim: Size göre ileriliğin ölçüsü nedir?

 

Bu soru sözün gelişidir; yoksa buradaki ölçü çok açıktır: Örtüyü çıkarmak, ileriliğin ve aydınlanmanın bir alâmetidir; örtü takmak ise geriliğin, geriye dönmenin, karanlığın ... bir alâmetidir.

 

Ancak mesele bu kadar basit mi? Örnek olarak, açık (örtünmeyen), özgür ve entelektüel bir genç kızı ele alalım. Bu kız el-Cezire kulübüne veya başka bir kulübe gelip gidiyor, şortla tenis oynuyor... Mayo giyiyor, diskoya gidiyor... Çok güzel yabancı dil konuşuyor veya bazı Mısırlıların LBC olarak isimlendirdikleri, içinde bol miktarda İngilizce ya da Fransızca kelime olan bir Arapça konuşuyor. Böyle konuşmanın LBC olarak isimlendirilmesinin sebebi, LBC kanalındaki güzel Lübnanlı sunucuların böyle konuşuyor olmasıdır. Bizdeki bazı bayan sunucular da, onları örnek alıp ileriliği yakalamaya çalışıyor. Bu kız, çok yüksek bir tüketim gücüne sahip olup, gerçek Mısır hakkında, yani fakir, geçim derdinde ve çaresizlikler içinde olan Mısır hakkında hiçbir şey bilmiyor. Doğal olarak hiç bir siyasi harekete de katılmıyor.

 

Acaba böyle bir kız, gerçek Mısır’da, yani halkın arasında yaşayan, onların dertlerini bilen, Mısır toplumunun yakasına yapışıp, bütün yükselme gayretlerini boşa çıkartan şeytani bir tüketim içinde olmayan örtülü bir genç kızdan daha mı ileridir? Örtülülerin çoğunluğu, siyasî veya sivil, genel çalışmalara iştirak ediyorlar.

 

Acaba örtüyü, geriliğin bir alâmeti olarak değerlendirenler, mitinglerdeki kapalıların varlığına dikkat etmiyorlar mı? Bazı kapalıların, -güvenlik güçlerinin engellemesinden sonra- seçim komisyonlarına ve seçim sandıklarına ulaşmak için, tahta (seyyar) merdivenlere tırmanırken çekilmiş tarihi fotoğraflarını görmüyorlar mı? Seçim sandıklarına ulaşabilmek için, örtülerini çıkarmaya mecbur bırakılan örtülülerin seslerini duymuyorlar mı?

 

Büyüdüğüm şehir olan Dimenhûr’a gittiğimde, sivil toplumun son derece canlı ve aktif olduğunu görüyorum. Oradaki resmî olmayan bazı cemiyetlerin işlerini yürütenlerden pek çoğu örtülü genç kızlardır.

 

Faaliyet sahası, artık böbreği çalışmayan hastaların, böbreğinin temizlenmesi (diyaliz) için gereken cihazları sağlamak olan bir cemiyet biliyorum. Örtülü genç kızlar, bu hayır işini finanse etmek için, gücü yetenlerden, hatta Amerika’daki akrabalarından para topluyorlar.

 

Allah aşkına, kim daha ileridedir? El-Cezire kulübüne devam eden genç kız ve onun gibi olanlar mı? Yoksa bu örtülü kızlar mı?

 

Örtüye, onun toplumsal ve tarihi konumu içinde bakılması gerekir. Yukarıda değindiğim gibi, dinî olan bir şey, siyasi, ekonomik, toplumsal ve tarihi olan şeylerle birbirine karışmışsa, örtüye bu şekilde bakmak gerekir.

 

Bir taraftan, çokları onu dinî bir farz olarak görür. Ancak onun aynı zamanda toplumsal bir örf haline geldiğini de unutmamamız gerekiyor.

 

Giysilerin kendine özgü bir şifresi veya dili (dress code) vardır. Toplum bilimciler, her toplumun, tıpkı dilde olduğu gibi, giyimde de kendine ait toplumsal bir durumunun olduğu görüşündedirler. Bunu bireyler değil, toplum belirler. Erkeğin veya kadının vücudundan nerelerin açılıp, nerelerin açılmayacağı; nerelerde hangi kıyafetlerin giyilip, hangilerinin giyilmeyeceği de bu kapsam içinde yer alır.

 

İki yıl öncesine kadar, -doğuda veya batıda- bir genç kız, karnını açıkta bırakacak bir buluz giymeye cüret edebilir miydi? Şu anda ise, her hangi biri, böyle bir kıyafete karşı çıkmaya cesaret edebilir mi?

 

Onun için, bazı genç kızların, üzerlerindeki “dinî” baskıdan dolayı örtünmeye mecbur kaldıkları yönündeki şikayetlerinin doğru olma ihtimali de vardır. Ancak onların şunu da idrak etmeleri gerekir ki, bu baskı, temelinde dinî olma ihtimali bulunsa bile, toplumsal bir örfe dönüşmüştür ve dolayısıyla baskı da toplumsal hale gelmiştir. Acaba bir hanımefendi, çok güzel ve alımlı, kırmızı bir elbise giyinmiş olarak yas evine gitmeye cesaret edebilir mi? Veya hüzün verici siyah bir elbise giymiş olarak düğüne gidebilir mi?

 

Bütün bunların yanında, örtü bir kimliği korumanın da ifadesidir. (Laik bazı bayan tanıdıklarımın, sırf kimliklerini korumak için örtündüklerini biliyorum. Şah İran’ına karşı yapılan İslâm devrimi sırasında, İran’da yaşanan durum da budur). Aynı şekilde örtü, yabancı sömürgeciliğine direnişin de bir ifadesidir.

 

Diğer taraftan işin bir de ekonomik boyutu vardır. Şüphesiz örtü, tüketim modelini (yani Paris’ten, Londra’dan veya İtalya’dan gelen emirlere uyarak, eskileri atıp yeni model elbiseler almayı) reddetmenin bir ifadesidir.

 

Eşimle birlikte 1979 yılında Amerika’dan döndüğümüzde, Mısır’ın kapıları, sonuna kadar tüketim modeline açılmıştı. Aylık maaşımız 180 Cüneyh’i geçmiyordu. Eşim bir çanta ve bir ayakkabı almaya gittiğinde, ikisinin toplamının tam olarak 150 Cüneyh tuttuğunu öğrenmişti (bu ucuzluk günlerindeydi). Geriye dönüp şöyle dedi: Bu pahalılıkla başa çıkabilmek için Mısır’daki genç kızların önünde iki yol var; bir üçüncüsü yok: Ya Tayland’daki çözüm yolu (yani Tayland’da olduğu gibi kendilerini pazarlamak) ya da İslâmî çözüm yolu, yani örtünmek. O, örtünmenin yaygınlaşacağını tahmin etmi.

 

Bu şekilde o, örtü olgusunun ekonomik boyutunu keşfetmiş oldu. Ancak ekonomik boyut, diğer boyutlar içindeki bir tek boyuttur. Çünkü eğer ekonomik boyut, belirleyici tek boyut olsaydı, Tayland çözüm yolu, en garanti ve en hızlı sonuç alınan yol olurdu. Fakat, Mısırlı genç kızlar İslâmî çözüm yolunu seçtiler. Çünkü bu toplumun büyük bir çoğunluğu için, referans İslâm’dır. (İslam, Müslümanlar için bir inanç ve hem Müslümanlar, hem de Müslüman olmayanlar için ise bir medeniyettir). Bu toplumu, sömürüye ve tüketim modeline karşı koruyan da İslâm’dır.

 

Örtünün dinî boyuttan soyutlanması, sonra dinî boyutun, toplumsal boyutlardan ve diğer insanî boyutlardan koparılması, örtüyü geriliğin bir göstergesi olarak takdim edenlerdeki analiz yetersizliğine işaret ediyor.

 

Dimenhûr’da küçük bir çocukken, bir okul gezisi ile Kahire’ye gitmiştim. Gördüğüm tabelalar beni hayrete düşürmüştü. Ben de tabelaların sayısının, ileriliğin göstergesi olduğuna karar vermiştim. Her ay Dimenhûr’daki tabelaları sayıyordum. Çünkü tabelaların sayısı arttıkça, daha çok ilerlendiğini ve aydınlık Kahire modeline (yani Avrupa’ya) daha çok yaklaşıldığını tasavvur ediyordum. Ancak büyüyüp olgunlaşınca, bu komik çocukluk kriterinin geçersizliğini keşfettim.

 

Yeni Ahit’te (Pavlus’un Karnuslulara yazdığı birinci mektupta) şu anlamda bir ifade vardır: “Çocukken, çocuklar gibi konuşur ve çocuklar gibi düşünürdüm. Ancak büyüdükten sonra, çocukça şeyleri geride bıraktım.”

 

Kardeşlerim, Allah aşkına, niçin büyüyüp olgunlaşmıyoruz ve kendimizi geçersiz ölçülerden kurtarmıyoruz. Bunları yapalım ki, kendi gerçeğimize, yabancıların perdeleyip, görüşümüzü engellemediği bir gözle bakabilelim. Allah en iyisini bilendir. 

 

Tercüme: Halil Kendir