Boykot feryatları ne kadar da çekici. İsrail üniversitelerini, yerleşimlerde üretilmiş İsrail ürünlerini, İsrail’de yetiştirilen çiçekleri boykot edin. Bu çağrı İsraillilerden geldiğinde büyük bir umutsuzluğu yansıtıyor ve tabii ki iyi niyetten kaynaklanıyor. Büyüleyici bir formül: Başkaları İsrail’i boykot edecek, halkın çığlığı hükümete ulaşacak ve bu demokratik hükümet halkın iradesine itaat etmek zorunda kalacak. Bunu nasıl daha önceden düşünemediler ki?

Aslında düşündüler. İran’a yönelik yaptırımların arkasındaki formül de bu. Ekonomik tecrit, dondurulmuş banka hesapları, yurtdışına çıkamayan üst düzey yetkililer; tüm bunların ardından halk uyanacak ve rejimi, ya da en azından politikalarını değiştirecek. İran 30 yıldır yaptırımlara tabi ve halk ayaklanmadı. Protesto ediyorlar fakat sebep yaptırımlar değil, rejimin baskısı. Bu çare Irak’ta da denendi. Halk 12 yıl boyu yaptırımların ve diktatörlüğün altında sızlandı, fakat yatak odalarına hükmeden askeri lidere karşı ayaklanmadı. Nihayetinde savaştan başka seçenek kalmadı.

Yaptırımlar işe yaramadı. Ya Güney Afrika’ya ne demeli? Görünürde başarılı olan, rejimin düşüşüne yol açan yaptırımlara ve boykota ne demeli? Güney Afrika’ya yaptırımlar, 1960’ların başı kadar erken bir tarihte dayatıldı (önce askeri yaptırıma başvuruldu). 1970’lerin ortalarında bunlar petrol ihracatını kapsayacak biçimde genişletildi ve nihayetinde 1980’lerin ortasındaki kapsamlı yaptırımlar geldi. Fakat apartheid ancak 1990’ların ortasında kaldırılabildi ve tek sebep yaptırımlar değildi; aslında Güney Afrika o yıllarda ekonomik büyümeye sahne oluyordu ve ihracatları yüzde 26 oranında artmıştı.

İsrail de aynı politikayı benimsedi. Ordunun başaramadığını siyasi açıdan başarabilmek amacıyla, halkı Hamas’a karşı ayaklanmaya teşvik etmek için Gazze’yi ablukaya aldı. Fakat üç yıl süren abluka, Hamas’la dört yıllık savaş ve hatta yıkıcı Dökme Kurşun Operasyonu bile işimizi görmedi. Gazze halkı ayaklanmadı ve Hamas rejimi sadece daha da güçlendi.

Yaptırım dayatılan her yerde, Irak’tan İran’a ve Gazze’den Pakistan’a, milliyetçi ve radikal güçler kuvvetlendi. Rejimlere muhalif entelektüeller bile bu rejimleri dış müdahalelerden korumak zorunda kaldı. Milliyetçilik veya daha doğru bir ifadeyle aşırı milliyetçilik bayram ediyor. İsrail’in veya kurumlarıyla ürünlerinin boykot edilmesi yönünde çağrı yapanlar içeriden gelecek değişimden umudu kesti. Fakat daha kötüsü, bu çağrı Gazze’deki hükümet politikasını yönlendiren mantıkla aynı gerekçelere dayanıyor ve onun kadar hatalı. Nihayetinde, İsrail hükümetinin veya halkının Gazzelilerden veya İranlılardan daha farklı davranacağına inanmak için hiçbir sebep yok.

İsrail’in bir demokrasi olduğu gerçeği bu bağlamda garanti anlamına gelmiyor. Bunun kanıtı, Türkiye’nin İsrail’e saldırısının ve askeri yaptırım tehdidinin karşısında görülen kolektif davranış. Antalya seyahatlerini iptal etmek, protestolar ve Türk mallarını boykot etmek, kötü çocuklara karşı ‘haklı mücadele’nin sembolleri haline geldi.

İsrailli akademisyenlerin Londra’daki üniversitelere girişi yasaklanırsa, bu o kadar da kötü olmaz. Pennsylvania’ya gidebilirler ve orada da yasaklanırlarsa, hâlâ internet üzerinden makale yayımlayabilirler; zira daha önemli olanı şu: Yabancılar ‘bize’ politika dayatamaz. Akademisyenler aşırı milliyetçilerce bellenmemek için şu anda, yani boykottan bile önce ne diyecekleri hakkında iki kere düşünmek zorundaysa, o zaman yaptırımdan sonra bazı seçilmiş yetkililer bu tür akademisyenlerin derhal kovulmasını sağlayabilir. Boykot, ‘milliyetçi kamp’a, faşizme dönüşüyor. (İsrail gazetesi, 4 Temmuz 2010)

 


Kaynak: Radikal