Günler olaylara, insanlara parsellendi. Yılın tamamı sahipli. Günler tükenince, artık saatler sıraya girme hazırlığında.

Dünya Kadınlar Günü'nde yine" Şiddete Hayır" sloganı gündemdeydi.

Geriye dönük bir değerlendirme yapıldığında, önceleri mesafeli durulan kutlamalar dindarlarca da kabul görmeye başladı.

Her belediye programında yerli-yersiz temalar, vacip telakkisi ile uygulamaya konuyor.

Karşı savunması olmayan hallede, boşluğu dövmede nasıl da birlik olunduğunu gösteren konuların başında, çocuk hakları, kadına şiddete hayır, töre cinayetlerine son kabilinden seçenekler medyanın da yardımıyla reyting buluyor.

Yerel yönetimler, halk, medya ve devlet gözyaşartan birliktelik oluşturuyor.

Kabuk düzeyinde oluşan birlik, derine inmedikçe halay çekmeye müsait. Devletin bizzat şiddetin üretici ve aynı zamanda kınayıcısı olması ilginç bir durum olsa gerek. Keza her dakikası şiddetten kopuk olmayan medyanın durumu da devletin tutumuna paralellik arzeden komiklikte.

Durum "Deniz üstü köpürür” makamında seyrettikçe sorun çıkmıyor. Görme beni, görmeyeyim seni. Karşıda da cismiyle var olan ve şiddeti savunan bir kitle de yok nasıl olsa, o zaman,“Kadına şiddete hayır!”

Mübarek olsun.

Girsin devreye hadis, çağrılsıncennet kaldırsın ayaklarını anneler. Arada detone sesler: "Biz cenneti anne olmadan ve dünyada, hemen şimdi istiyoruz" sesleri. Feminizmle dindarlığın bir kaç saatlik kadın ittifakı üzerinden seslendirilmesi bile sıkıntı yüklü.

Meselenin temelinde iktidar algısı, devlet üzerinden dağılımı ve onun da ötesinde varlık tasavvuru var.

Şiddet özellikle kadına mı yöneliyor? Yoksa güçlünün zayıf üzerine haksız baskısını önleyecekdeğer eksikliği mi?

Gücünü kendi bilincinde, adalet duygusuna ram etmeyen için, çocuk, kadın ve erkek ayrımı söz konusu değil, bel ki, kadın fiziksel olarak daha savunmasız olduğundan tehlikeye daha açık hale gelmiş olduğu söylenebilir.

Şiddetin temelinde pek çok etkenin bileşke halinde, potansiyel olarak bulunduğunu, fiili ortaya çıkaran nedenlerin adalet eksikliğinden neşet ettiğini görmek zor değil.

Cinayet ve namus davalarının arkasında suç ve cezanın orantısızlığı, dengeden kopuk biçimde yatması yer alır. Mağdur, verilen cezayı yeterli bulmadığından kendi eliyle infaza yelteniyor. Keza bir etnik kökeni yok saydığınızda veya ikinci sınıf olarak gördüğünüzde bu haksızlığa yasalarda destek veriyorsa, karşı tarafa tek çözüm seçeneği şiddet kalmıyor mu? Bu şiddetin mal sahibi devlet olmuyor mu? Öte yandan televizyon dilinin reyting üzerindençatışmacı, sürekli aksiyonu öncelemesi saygı ve sevgi ortamından kopuk olması şiddeti meşrulaştırmıyor mu?

Açık ve gizemli olarak, imkansız düzeyde hayat standardı sunan medya ve işsizler kitlesi oluşturan yapının müsebbibi devletin, şiddetin altyapısında nasıl ortaklık içinde olduklarını göstermiyor mu? Reklamlar ve diziler marifetiyle kışkırtılan insan, öte yandan işsizlik ve asgari ücret düzeyi...

Talebin tavan, imkanın taban yapması arasından yönetilemez, ıslaha müsait olmaktan çıkmış bir gerilim doğuyor. Bunun kadın ve çocuk gruplamasıyla ne ilgisi var. Söz konusu olan, kontrolsüz güç ezebileceği zayıf aramaktadır. En yakınında kimi bulursa ona patlayacaktır.

Bu durum modern dönem insanın aittir. Temelinde fıtri sıkışma var.

Kozmik alemden kopan ve hızını makinanın emrine veren insanın kendi taşıyamaz olma halidir. Kainatla ilişkiyi koparan insan, yapay mekana taşınarak kendine yabancılaşma sürecine girmiştir.

Sahip olmak üzerine programlanmış insan, mutluluğu dünya merkezli alanla sınırlı görecektir.

Bu insanları avutmak ve aynı zamanda üretime ara gazı vermek için günler ihdas etmek kapitalist kavrayış için önemli olabilir. Ancak Müslümanların zaman algısına ne oluyor? Parçalı kavrayışın ortağı olurken, popülist çabaların payandası olmaktan kurtulamayacaktır. "Bilseydi yapmazdı" tezi hükmünü yitirdi.

Biliyor ve yapıyorlar.

Diploma cehalete engel değil. Kan davasını okuma-yazma bilmemeye indirgemek, kadına şiddeti fiziksel şiddetle sınırlandırmak, yaranın üstünü örtmeye benziyor.

Katıldığım bir toplantı hatırlıyorum. Konuşmacı sürekli eğitime vurgu yapıyor ve geçmişe ait değerleri ilzam ediyordu. Yirmi sekiz şubat süreciydi. Dinleyicilerden birisinin sorusuyla, konuşmacının paradigması yerlebir oldu. Soru şuydu: "Bankaları boşaltıp yüz elli milyar çarpanların hangisi okuma yazma bilmiyordu? Veya aralarında yüksek tahsili olmayan var mıydı?

Mesele bilme değil, bilginin kullanım amacı. Bir başka  deyişle, maharetin vicdandan kopuk işleyişi ve fiziki güvenliğin aşıldığı yerde herşeyin mübah görülmesi.

İnsanın kendi faydası için, her türlü fahşadan uzak durması sağlanabilir mi? El cevap, büyük oranda sağlanır, ancak buna da "irtica" denir.

Biz yine dönelim reel komikliklerimize, kadına şiddete karşı evin içinde polis bulundurma, mor çatıları çoğaltma, iradesi olmayan çocuk için anneye babaya karşı baş "kaldırı" hakkını konuşalım. Sevgililer Günü'nde sınırları aşalım. Neticede vakit sınırlı. Talep çok, günün yarısı elden gidebilir. Sekiz mart Dünya Kadınlar Günü, hadi hep birlikte bağıralım. Medya, devlet ve diğerleri hep birlikte: Kadına şiddete hayır!...

Başkasının şiddetine!? Onun henüz günü gelmedi.