Her şey ilerde diyorlar. Geleceğin iyi olacağına dair iddialarını geçmişin, sözüm ona, zavallılığı ile tanımlamaya kalkıyorlar. Geçmişe göre çağın çok ilerde olduğunu söylerken insanın dine muhtaç olduğu çocukluk döneminden kurtulduğu söylemiyle dile getiriyorlar.

Bilim ve teknolojiyi öne alarak gelişim tanımı yapmanın yanıltıcı olduğunu her gün yaşanan kitlesel ölümler, binlerce açmaz önümüze koyuyor.

İleri bir çağdan bahsedeceksek  bunun kriterleri ne olmalı? İnsanın iyice küçüldüğü, adeta içine çekildiği modern çağda, bunalımı aşmanın  çıkış yolu olarak ilerlemeci tarih tezinden yardım dilenmek gözle görülen gerçeği örtemeyecektir.

Batı merkezli bakış açısı kendi öyküsünü tek gerçek olarak dünyaya dayattığı günden beri insanlık iflah olmaz bir girdabın içine düştü. İnsanı aşan hakikatin olmadığına olan inanç, dünyayı zindana çevirdi. Bütün beklentilerin yeryüzünde olup biteceğini düşünen, ahiret nimetinden yoksun idrak için, her türlü arzunun gerçekleşmesi adına, cennetin dünyada kurulmaya kalkışılmasıyla adalet duygusu yön değiştirmiş oldu.

İslam’ın Hristiyanlığın kalıbına dökülerek ihraç edilmesi, aslında görüntünün pazarlanmasıydı. Düşünceye karşı görüntünün baskın alıcı  gücü, teknolojinin yedeğinde büyü etkisi ortaya koyuyordu.

Bilimin Kilisenin baskısından kurtarılması, İslam’ın hanesine de kayıtlanırken el çabukluğu marifetiyle insafsız bir haksızlığa başvuruluyordu. Bunun karşısında yapılabilecek savunma, Batının ilmini bizden aldığı iddiasından ibaret olarak tebarüz etti. Kısmen doğruluğu olsa bile, böyle bir iddia ile savunmaya durmak muhafazakar konuma geçerek teslim olma anlamına gelir. Yıllarca Cumhuriyetin sathi meydan okumasına karşı, Osmanlı'nın çöküş dönemini ortaya koymak çarpık çaresizlik olarak uzunca bir dönem devam etti.

Oysa her çöküş aynı zamanda bir dirilişe gebedir. Ne var ki, tefessüh etmiş bir ortamdan diriltici bir tefekkür beklemek de mümkün olamıyor. İslam dünyası hala kendine gelebilmiş, toparlanabilmiş değil. Celladına hayranlığı azalınca korku başlamış.

Müslüman olmak, yenilgisiz bir savaşın kahramanı olmak demektir. İnanmak, yapmak, umud etmek, tevhide sahip olanların temel özelliği olmalıdır. Ne var ki, tarihe takılmak, yenilgileri kayıp saymak, görsele kanmak müminin ferasetini yok eder ve batıla hayranlığa götürür.

Medeniyetimizin yenilgi günlerinden geçiyoruz. Buna rağmen tek başına dünyayı yönetecek adalet duygumuz, merhametimiz yerinde olmalı.  Ancak daha önce şunu bilmemiz gerekir: Dünyayı değiştirmeliyim, ama ondan önce kendimi değiştirmeliyim.

Kurduğumuz rüyanın, hayal ettiğimiz düzenin müntesibi olup olmadığımızı her an kontrol etmeliyiz.

Kitabı olanın mazereti olamaz.

Alemlere rahmet olarak gönderilmiş peygamberin ümmetinden olmak, büyük bir ayrıcalık ve aynı zamanda onurlu bir mesuliyeti sahiplenmeyi gerektirir.

Bu eksenden bakıldığında Amerika'yı keşfetmemiş olmak bir nakısa sayılabilir mi? İslam anlayışı için insanın yaşadığı beldenin keşfi olamaz.

Amerika'nın keşfi diye konu edinilen işgale Kızılderililer açısından bakıldığında adlandırmayı nasıl yapabiliriz? Bir mekanı bulmak veya orda var olmaktan ziyade oraya ne götürüldüğü, nasıl davranıldığı daha önemlidir. İstilayı fetihten ayıran önce niyette açığa çıkar. Kardeşlik iklimi eşit hakların öngörüsüyle başlar. Amerika'da yaşanan tarih herkesin malumu. Kızılderili katliamı, Afrika'dan köle taşımacılığı ve süregelen insan hakları sorunları.

Böyle olunca açıkça söylenebilir ki, Amerika keşfedilmedi, işgale uğradı.

Eğer gündem değiştirmenin dışında bir maksada binaen, Amerika'yı Müslümanlar keşfetti iddiası devam ettiriliyorsa, sonuçsuz bir sohbet konusundan öte muhafazakar bir savunma içine giriliyor.

Bu ahvalde, iddiayı doğru kabul etsek bile, Endülüs'ün imdat çığlığına tepkisiz kalışımızı ne unutturur, ne de acısını hafifletir.

Zira kıta keşfetmek mecburiyetimiz yok ancak, kardeşimizin imdadına yetişmek için yol arama zorunluluğumuz var.