Adalet kişiye ve topluma gerekli olan temel ihtiyaçlar bahsindedir. Tarihin kalitesini ortaya koyan adaletin varlığıdır. İnsanın insanla buluşması zengin paylaşım potansiyeli taşır. İnsanın toplumla ilişkisine aracılık eden devlet de, adaleti kaim kılmak ve insanı esenlikte yaşatma amacına matuftur.

İslam medeniyetinin devlet algısı insanı "şerefli" kabul etmesiyle meşruiyet kazanır. Adalet dengeyi, ahengi ifade eden duyguyla başlayan;  yaptırımı hukuka dönüştürerek beden kazandıran olgudur.

Her insan doğuştan iyiliğe meyyal duyguyla dünyaya gelir. Çocuk büyüdükçe aile ve çevrenin etkisiyle anlayışı belirginleşmeye durur. İşte tam bu noktada doğuştan gelen adalet duygusunun korunması, gelişmesi ve kemale doğru evrilmesi için vahye ihtiyaç vardır.  Vahyin bilgisi, insanın bütün sorularına karşılık verdiği gibi, insanın öz çıkarına seslenir.  Yapacağı her iyiliğin büyük ödüllerle karşılık bulacağını belirtirken, Allah(c.c) rızasını temel alır.

Böylece adalet, kişinin kendini düşme kaygısının bir yansıması olarak mümin bünyesine yerleşir ve işlev kazanır. Allah (c.c) sevgisi adaletin en büyük koruyucusu, hayata yansımasını sağlayan güçtür. Allah(c.c) ile dost olan bir kalp, korku ile ortaya koyduğu sakınma duygusundan sevgi öncelikli mutmain olma aşamasına gelmiş olur. Dolayısıyla adalet duygusunun zırhı korkudan sevgiye evrilmiş olur. Müminlerin hayırda yarışması, cömertlikte eşsiz örnekler ortaya koyması, sevgi merkezli adalet anlaşının kâmil bir idrak noktasına vardığının ifadesi olarak ortaya çıkar.

Adaletin karaktere dönüşmesi, sevginin ve rızanın insanın çocukluktan başlayan eğitim süreciyle ilgilidir. Özellikle aile, sevginin kuralları aştığı; karşılıklı fedakârlıkların, hesapsızlığın, paylaşımın yaşandığı toplumun en küçük hücresidir. Aynı zamanda insanın varlık kazandığı, anlayış edindiği yerdir.

Toplumun yapı taşı, insanın alanı olan ailenin, çocuğun ve toplumun üzerinde büyük etkisi aşikâr. Denilebilir ki, büyük aile pratik üzerinden, usta-çırak modeline uygun olarak değer üretilen ilk eğitim mekânlarıydı. Aile içinde belirgin rollere sahip şahısların farklı paylaşımlarla birliği koruma ve devam ettirme ameliyeleri topluma aynı değerlerin taşınması da kendiliğinden başarıyordu.

Büyük aile tarihe karıştı, çekirdek aile sarsıntı geçiriyor.

Evler terbiye mekânı, değerin üretildiği alan olmaktan çıktı. Yirmi yılı aşkındır evler kamusal alana karıştı. Ailenin reisi yerini medyaya terk etti. "Şimdiki gençler çok zeki" ifadesi geri çekilmenin, iflas etmenin beyanı hükmünde. Televizyonla başlayan ve şimdilerde herkese bir ekran olarak çeşitlenen sanal dünya cihazlarının, gizliyi kurcalama üzerinden şeytanla ortaklığı söz konusu. Artık gençlik, evi pansiyon işleviyle kullanmayı yeğliyor. Anne ve babanın bütün itirazı özgürlüğe müdahale olarak algılanıyor. Dolayısıyla her şeye karşı olan ve hiçbir şey üretmemiş tüketici bir gençlik ortaya çıkıyor. Bu düzlem de kendi sorusuyla ortaya çıkıyor:

Adalet nereye gitti?

Adaletin hayatın içinde suya karşılık geldiğini unutmak, maddi kalkınmanın sarhoşluğunda sorunsuz akışa inanmak, pahalı bir bedelle geri döndü.

Maddi kalkınmanın dünyevi karakterinden dolayı negatif muhtevalı dönüştürücü etkisi söz konusu. Yöneten de yönetilen de zaman içinde ahlaki erozyonla karşı karşıya. Tepede meydana gelecek en küçük sapma tabana çok daha şiddetli yansıyor. Reel olayların şiddetle buluşan dili, her iki tarafı adaletten saptırıcı işlev görüyor.

Hak arayışında, haksızlığı, zulmü meşru görerek yıkmak, yakmak, imha etmek, öfkenin benimsediği fiili durum; safhasını oluşturur. Fiili durum şiddetin şiddeti doğurmasına sebebiyet verir. Öfke, adalet, merhamet ve ahlakın mekânını işgal eden insanda yıkıcı bir duygudur. Mantığın, aklın, sağduyunun söze girmesi öfke varken muhaldir. Öfke bir de kitleselleşirse, ileriye dönük hiçbir öngörüden bahsetmek imkân dâhili olamaz. Her şey o anda, bünyeden bünyeye sıçrayıp azmanlaşan öfkenin yıkıcı tahayyülüne kalır.

Yöneticilerin, böyle bir durumda karakterleri nispetinde uygulayacak farklı yöntemler mevcuttur. Ancak düşünmek ve hukuk çerçevesinde kalmak zorunluluğu öncelikle yönetime, yöneticiye aittir. Yönetici, her şeyden önce, suçlu da görülse, insanla muhatap olduğunu unutmamalı.

İslam öğretisinde aslolan iyilik, barıştır. Kötülük arızidir, geçicidir. Her insanın iyiliğe dönme, esenliğe kavuşma ihtimali söz konusudur. Hz. Peygamberin pek çok uygulamasında gördüğümüz gibi, insan kötülük fiili ile özdeşleştirilemez. İnsanı kötülükle sabit kılmak yerine, kötülük eylemi ile insanı birbirinden ayıran yaklaşım adalete giden yolu açmış, insana düşünme bahsine çekmiş olur.

İslam'ın temel algısı insanı yok edici uzaklaştırıcı yaklaşım yerine, onu düşündürmeye, doğruyu bulmaya yönlendirici yaklaşım önceler;

İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün. (fussilet-34)