Amerika'da hükümetlerin, Dünyanın bir yerinde bir adım atacağı zaman o bölgenin uzmanlarının yanında senaristlerle de çalışma yaptığı biliniyor. Bu nedenle Holywood'dan senaristler, 'olası gelişmeler' üzerine alternatifli metinler sunuyorlar. Birçok Holywood filmi bu tür metinlere dayanıyor. Günümüz dünyasına hakim olma psikolojisi içinde, geçmişe olduğu kadar geleceğe de şekil vermek istiyorlar. Tabi her şey istendiği ve beklendiği gibi olmuyor. O zaman da alt senaryolar, B planları devreye giriyor. Ben de burada ülkemizin geçmişi ve günümüz üzerine kısa bir yazı içinde sosyal bir analiz çalışması yapmak istiyorum. Analiz herhalde iddialı olur, tarihsel bir duruma bakarak günümüzle ilgili bazı ihtimaller üzerinde durmak istiyorum.
Osmanlı toplumunda Müslüman unsurların devlet ve askerlik işlerinde yoğunlaştığı, azınlıklarınsa Dışişlerini ve bazı ender memuriyetleri saymazsak devlet çarkının dışında kaldığı biliniyor. Bunun sonucu ticaret ve sanat sektörlerinde azınlıklar uzmanlaşıyor ve son zamanlarda gayrimüslim bankerler Osmanlı devletine borç verecek kadar zengin oluyor. İstanbul Ticaret Odası büyük ölçüde azınlıkların elinde. Savaş hengamesinde bu hatadan bir türlü dönülemiyor. İttihatçıların Milli İktisat politikaları geliştirme çalışmalarıyla İstanbul'da, Anadolu'da bazı anonim şirketler kuruluyor. Gazetelerde " ticaretin ne kadar önemli olduğu" konusunda yazılar çıkıyor. Fakat bütün o Türkçülük politikalarına rağmen sermayenin "millileşmesi" kolay olmuyor.

Cumhuriyet'in kurucu kadroları İttihatçıların "Milli İktisat" politikalarını devralıyor ve daha da ileri götürüyor. "Batılı emperyalistlerin" sistemi olan serbest piyasa ekonomisi bırakılarak planlı devlet ekonomisine geçiliyor. Bunun için Kuzeyde devasa bir model mevcuttur; Sovyetler Birliği. Üstelik bu ülke Milli Mücadeleye tam destek vermiştir. Cumhuriyet devrine de destek verir. Sanayide, ticarette, her yerde devlet sanayi kurumları ülkeye yayılır. Tabi bu kurumların başına iktidara yakın yöneticilerin gelmesi çok normaldir. Devlet ve iktidar "kendine dayanan" zenginlerini, teknokratlarını oluşturmaktadır. İktidara yakın olmayan kitleler ise daha çok küçük ve orta boy işletmelerde, tarım ve hayvancılıkta yaşamlarını sürdürmeye çalışmıştır. Devlet dairelerinde yukarıya doğru çıktıkça iktidara yakın azınlık yönetici kesim, aşağıya doğru indikçe "müsaade ve kontrol" edilen çoğunluk ve yönetilen kesimin varlığı söz konusudur.

Devletin hazır imkanlarından yararlanamayan, yönetimde, hele hele askerlikte üst kademelere yanaştırılmayan kitleler, bunların dışındaki yaşam alanlarını genişletme, zorlu piyasa şartlarında ayakta durma, ailesini geçindirme, geleneklerini muhafaza etme mücadelesi vermiştir. Tek parti devrindeki bu sosyolojik durumun, DP ve sonraki iktidarlarda temelden değiştiği söylenemez. Tek Parti devrinin zenginleri serbest piyasa döneminin en zenginleri olmaya devam etmiştir. "Sanayide devlet" sloganıyla çalışan fabrikalar, daha sonraki dönemin teknokratlarını yetiştirmiştir. Fakat bütün bunlardan uzak kalan ve sayıları daima fazla olan kitleler, kendi emekleriyle, yani devlet desteği görmeden ayakta durmanın yollarını bulurken, geleneksel hayat tarzlarını ve inançlarını koruma imkanı bulmuşlardır. Sanat ve ticarette ister istemez kendilerini geliştirmişlerdir. Bu da siyasal katılıma dönüşmekte gecikmemiştir. Ülkemizde son yıllarda yaşanan siyasi ortamın dinamikleri buralarda aranmalıdır.

Muhafazakar çoğunluk kendine serbest piyasada şoklara dayanıklı bir yaşama alanı oluştururken "geleneksel devlet kadroları" alıştıkları iktidar enstrümanlarına güvenmenin ve hazırdan yemenin rehaveti içinde beklemişler ve kendi kurdukları sistemin kendilerini dışarıda bırakmasını şaşkınlıkla izlemişlerdir. "Dışarıda bırakma" ifadesinin sorgulanabilirliğinin farkındayım. Yeni kadroların hazır buldukları sisteme adaptasyonu ve özgün katkıları apayrı bir araştırma konusu olabilir.

Şimdi gelelim üçüncü durum olan günümüze. Önceki dönemlerle karşılaştırılması pek mümkün olmayan bir süreçten geçiyoruz. Devlet aygıtı bütünüyle tanımlanması pek kolay olmasa da yeni muhafazakar diyebileceğimiz kadrolar tarafından yaklaşık on yıldır yönetiliyor. Cumhuriyetin başından bu yana kemikleşmiş olan üst yönetim kadroları ve alışılmış devlet geleneği sürekli zorlanıyor. Bunun sonucu, "muhafazakar" insanlar daha büyük oranlarda devlet aygıtına dahil oluyor. Bu, Osmanlının son zamanlarından bu yana ilk defa karşılaşılan bir durumdur. Yetişmiş, eğitimli, kapasitesi yüksek bireyler devlet kademelerine girmek ve yükselmek istemektedir.
Bu açıdan bakılınca "yeni Osmanlıcılıkla" suçlanan iktidarın, hiçbir şekilde Osmanlı dönemindeki kadar olmamakla birlikte, benzer bir pozisyona düşmekte olduğunu düşünebilir miyiz? Osmanlı'da devlet ve askerlik, kapasiteli, eğitimli insanın kızıl elmasıydı. Günümüzde askerliği buna dahil edemiyoruz. Büyük sermayenin yanında, hukuk, tıp gibi bazı meslek kuruluşlarını bile henüz iktidara paralel bir gelişme içinde göremiyoruz. Devlet aygıtında ise iktidara paralel bir değişme süreci yaşandığını söyleyebiliriz. Bunu da bir ölçüde normal karşılamak gerekir.

Bizim argümanımız da işte burada yatıyor. Eski devlet geleneğine dayanan, bugün muhalefette kalan insanlar şimdi nerelerde kendilerine yaşama alanları buluyor? Ben mevcut iktidara yönelik olarak gösterdikleri anormal tepkileri eski alışkanlıklarına dayandırıyorum. Bu süreçte kendilerine devlet dışında, serbest piyasada, halka ve dünyaya yakın bir yaşama alanı oluşturabilecekler mi? Bu elbette arzulanan bir şeydir. Onların alternatif bir ortama adapte olmaları, belki kendilerine yeni bir dünya oluşturmaları anlamına gelir. Kendi ayakları üzerinde duran, şoklara dayanıklı. Burada, karşılıklı bir benzeşmeden söz edebiliriz. "Dışarıda" kalan muhalefet, eski muhafazakar kitlelerin rolüne mi itiliyor? Bu, ülkemizin belli periyotlarla yaşadığı sosyolojik bir döngü mü oluyor?