21-22 Haziran’ da Brüksel’de AB zirvesi yapılacak. Zirve öncesi tartışmalar tamamen bir tek noktada toplanmış durumda. “AB içerisindeki oy dağılımı ve AB anayasası” Aslında bu tartışmaların esası, AB içerisinde Nizza(=Nice = Nis) Kriterleri diye bilinen Fransa’nın Nis  şehrinde yapılan zirvede alınan kararlara kadar dayanıyor. Bu zirvede, o zamanki 15 üye, uzun tartışmalardan sonra, hükümet ve devlet başkanlarından oluşan, AB nin idari konseyinde oy dağılımı ve karar alma mekanizması ile ilgili olarak köklü değişikliklere gidilen kararlar alınmıştı. Aralık 2000’de yapılan, Nis’de ki zirvede, küçüklü büyüklü her ülkenin eşit oyu olan sistemden vazgeçilmiş ve yerine ülkelerin AB içerisindekini ağırlığına göre bir oy sistemi getirilmişti.

 

Nis Sözleşmesi’de denilen bu sözleşme AB içerisinde 1 Ocak 2003 te yürürlük kazanmış ve 1 Kasım 2004’de itibarende Nis Sözlesmesindeki oy dağılımı uygulamaya girmişti. Buna göre, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya 29’ar oy hakları var iken, İspanya ve tam üye olması halinde Polonya 27’şer oy hakkına sahip olacaklardı. Burada bir hususa dikkat çekmek isterim. Polonya daha 2000’de sadece aday ülke statüsünde ve 2004 de üye olduğunda, kaç oy hakkı olacağı hususunda, tartışmalara katılıyor.

 

Bu sistem, o zamanki şartlar içerisinde nasıl ve hangi kriterlere göre belirlendiği anlaşılmamış ve çok eleştri almıştı. Almanya ve Fransa’nın ortak girişimi ile, AB anayasa taslağına yeni oy dağılımı ve karar alma mekanizması ile ilgili önemli kararlarda “nitelikli ikili çoğunluk” sistemi denilen bir sitem sokuluvermişti. Ancak anayasa taslağının Fransa ve Hollanda’da halk oylaması ile rededilmesi sebebiyle, oy verme mekanizmasında eskiye, yani Nis kriterlerine dönülmüştü.

 

2003 yılı sonunda, Brüksel’de yapılan AB zirvesinde, Oy verme ve oy dağılımı ile ilgili hususlar tekrar tartışılmış, durumu fırsat bilen Polonya, henüz daha aday ülke statüsünde olmasına rağmen 2003 yılı sonundaki AB zirvesinde, su koyvermeğe başlamıştı. Dönemin Polonya başbakanı Miller, AB anayasası ile getirilmek istenen karar alma mekanizmasına şiddetle karşı çıkmış ve ülkesi 1 Mayıs 2004’de tam üye olarak alınacak olmasına rağmen, o zaman görüşmeleri yarıda bırakıp ülkesine dönme tehdidini dahi savurmuştu. 2003 yılı sonunda yine Brüksel’de yapılan AB zirvesi, o zamanki şartlar altında başarısız bir zirve olarak tarihe geçmişti.

 

Çok ilginç şeylerde olmuştu o dönemde. Polonya, bir yandan AB ile görüşmelerini sürdürürken, diğer yandan, NATO ile ABD ile ilişkilerini geliştiriyor ve aldığı 6 milyar dolarlık yardım karşılığı Polonya ABD’ye, Polonya’da askeri üs müsadesi veriyor ve Irak’a gönderilen uluslararası güç içerisinde 10 bin kişi ile temsil ediliyordu.

 

Zirvede olanlar ve Polonya’nın uluslararası alandaki işbirliği tercihleri, Fransa ve Almanya’yı, daha doğrusu Chirac ve Schröder’i oldukça rahatsız etmişti. Son bir hamle ile, üyelik öncesi hazırlanan son raporda, Polonya’nın tam üye olması halinde yararlanacağı haklarla ilgili bazı kısıtlamalar getirilmiş ve işçilerin serbest dolaşımı gibi, bazı hakların kullanılması, planlanandan daha ileri tarihlere atılmıştı. O zamanki Polonya başbakanıda, Polonya 1 Mayıs 2004 de AB’ye tam üye olduktan sonra, 2 Mayıs’ta istifa etmişti. AB’ye yakın kaynaklar o dönemde, Polonya başbakanının Schröder ve Chirac’ın baskısına dayanamayarak istifa ettiğini belirtmişlerdi.

 

21 Haziran’da Brüksel’de ki zirve aslında, başlamadan başarısızlığa uğrayacak gibi görünüyor. Polonya’nın artık her AB zirvesi öncesi ve zirve esnasında huzursuzluk çıkarması normal olarak kabul ediliyor ve sineye çekiliyor. Ancak bu seferki çıkarılan huzursuzluk öyle basit, alt edilecek bir huzursuzluk olarak gözükmüyor. AB üyesi ülkeler, zirve öncesi artık dar kapsamlı bir anayasada anlaşmış durumdalar. Önceki taslakta yer alan, ortak bayrak, ortak milli marş gibi ortak kavramlardan vazgeçiliyor. Ancak İngiltere, cılızda olsa oluşacak anayasayı temel hukuk metni olarak kabul etmek istemiyor ve ortak bir güvenlik ve dış işleri politikası olmasını, ancak yinede ülkelerin bunları veto etme haklarının bulunmasını istiyor. Polonya ise baştan beri kendisine yarar sağlayan Nis sözleşmesine atıf yaparak, karar alma mekanizmasını bloke edecek her türlü hinliği deniyor. Şu ana kadarki tek destekçisi ise, AB içerisinde, Çek Cumhuriyeti. ABD’nin ülkesinde füze kalkanı için radar sistemi kuracağı ülke! Füzelerin nerde olacağı ise malum. Polonya’da!!

 

Almanya ve Fransa; Kohl ve Mitterand ile başlayan, Schröder ve Chirac ile iyice pekişen ve Merkel ve Sarkozy ile artık geri dönüşü olmayan bir şekilde, işbirliği ve ilişkiler kumkuması halinde, AB içerisinde ortak hareket ediyorlar. Ancak, Nis’den beri süre gelen,  önemli meselelerdeki karar alma belirsizliği ve Polonya’nın sistemi bloke etmesi, artık tahammül edilmez bir noktaya ulaşmış durumda. Almanya ve Fransa’nın başka çatlak seslere tahammülü yok. Nihayetinde hem Dünya’da hemde AB içerisinde iki büyük ekonomik güç ve güçleri oranında söz sahibi olmak istiyorlar. Aslında, yeni anayasa taslağı ile getirilmek istenen, nüfus sayısına bağlı oy dağılımı ve mekanizma çok daha önceleri alınan kararlar doğrultusunda belirlenmişti. Her zirvede Polonya’nın itirazı ve başka ülkelerin değişik hususlardaki itirazları ile de birleşince, hep ertelendi. Bu hususta, en çok uğraşan ve konuya eğilen  Schröder ve Chirac’ın ise, meselenin çözümüne siyasi ömürleri yetmedi.

 

Karar alma mekanizmasındaki bu karışıklık, daha doğrusu şu anki mevcut durum, Fransa ve Almanya’nın, AB içerisinde uygulamaya koymak istedikleri GASP (=Avrupa Birliği Ortak Dışpolitika ve Savunma Politkası) projesinide etkiliyor. Bu güne kadar ekonomik olarak bir güç olan AB, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası uygulama koyduğunda artık gerçek bir siyasi güç olacak.

 

Yeni üyelerle birlikte, 27 ülkeden oluşan AB artık, siyasi açıdan da bir dev olmaya çalışıyor. 2009 yılında Avrupa Parlamentosu için seçimler yapılacak. Almanya ve  Fransa bu seçimlerden önce, çalışan ve etkin kararlar alabilen bir AB kurumu istiyorlar. Her şeyden önce, Avrupa’yı yakıp yıkan 1.ve 2. Dünya savaşları gibi, çatışmaların önüne geçmek istiyorlar. Ancak 2000 yılından bu yana siyasi açıdan adeta yerinde sayıyor ve ekonomik olarak Fransa ve Almanya’nın lokomotifliği ile bu güne kadar gelinmiş durumda.

 

Anayasa kavramından vazgeçilmiş durumda. Yeni taslak, teml sözleşme niteliğinde. İki buçuk yıllığına seçilecek bir AB Başkanlığından söz ediliyor. Ortak Dış işleri bakanı projesinden vazgeçilmiş durumda ve bu görevi şimdilik komisyon üyesi Javier Solana yürütecek. Ama, asıl konu yine ortak savunma ve dış politika. Ancak, mekanizma işletilemediği için burda da büyük bir karışıklık hakim. Türkiye’nin askerlerini AB’den çekmesinin sebeplerini de burda armak gerekir.

Polonya, daha önceki çıkardığı huzursuzluklarda, Almanya ve Fransa’nın kesenin ağzını açması ile kolayca susturulmuştu. Ancak bu sefer, amaç para değil. Polonya, sesli olarak söylemese bile, satır aralarında, yeni getirilen mekanizma ile, AB’nin almanlaştırılacağı endişesini taşıdıklarını söylüyorlar. Hemen ikinci Dünya savaşını örnek veriyorlar. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinin bu güne kadar Polonya’ya yaptıklarının hesabının verilmesini istiyorlar. Diğer tarafta ise, başta Almanya olmak üzere, tüm üyeler, barış ve huzurun hakim olduğu ve siyasi olarak güçlü bir Avrupa’yı ön plana çıkarıyorlar.

 

Aralık 2004 zirvesi sırasında, AB içerisinde Türkiye’nin üyeliği meselesi tartışılırken, İngiltere’deki bir kuruluş tarafından; “ABD, Türkiye ve Polonya gibi kendi tarafına kolayca çekebileceği ülkelerin AB üyeliklerini desteklemek suretiyle, ilerde Avrupa’yı içten vurmak istiyor” diye bir düsüünce ortaya atılmıştı. Bu gün Polonya ile gelinen nokta ve Polonya’nın dış siyasetindeki tercihler ister istemez insanın kafasına “Acaba?” sorularını getiriyor.

 

Durum ne olursa olsun, siyasi açıdan gelinen nokta, ne Polonya açısından, nede Almanya ve Fransa, dolayısı ile AB açısından hiçde iç açıcı gözükmüyor. Polonya, dayanabileceği yere kadar direteceğe benziyor. Almanya ve Fransa, Polonya’nın yalnız kalacağını, dolayısı ile AB içerisinde izole olacağını söylüyorlar. AB dönem başkanı olan, Almanya başbakanı Merkel’in bir kaç gün önce federal parlamentoda yaptığı konuşma, bir tehditden öte realiteyi ifade ediyor. Merkel, konuşmasında, eğer zirvede çözüm elde edilmezse, gelinecek olan noktayı “ ... hep beraber batarız” diye açıklamaya çalıştı. Ancak halen, ortak payda da buluşulabileceği yönündeki umudunu da kaybetmemiş durumda olduğunu belirtti.

 

Alman kamu oyunda, tabiki Polonya’ya karşı tepkiler artmaktadır. Polonya’nın eğer çözümü kabul etmemesi halinde, AB den kapı dışarı edilmesini isteyen politikacılar bile var. Avrupa Parlamentosu milletvekili Silvana Koch-Mehrin , “eğer bir ülke kendini Avrupa’da mutlu hissetmiyorsa, başka imkanlarda var” diyerek kapıyı dahi gösterdi Polonya’ya.

 

Eski Almanya başbakanı Schröder ile Irak krizi sırasında, anti amerikancı bir çizgi izleyen, eski Almanya dış işleri bakanı Joschka Fischer ise, Belçika’daki bir gazetede yayınlanan yorumunda, 21-22 Haziran’daki zirvede, oy dağılımı ile ilgili olarak Polonya ikna edilemeyip karar alınamayacak olursa, bunun Avrupa’nın geleceği için tarihi bir yenilgi manasına geleceğini, ancak bundan vaz geçilmemesi gerektiğini ve uygun bir ortamda tekrar gündeme getirilmesi gerektiği söylüyor. Çözüm üretmeyecek şekilde ortak paydada buluşma halinde ise, bunun Avrupa’nın çöküşünü geri dönüşü olmayacak şekilde hızlandıracağını ifade ediyor.

 

Görünen köy kılavuz istemez derler atalar. AB’nin şu anki içinde bulunduğu mevcut durumun hiç açıcı değil. Karar alma mekanizmasındaki yapılacak değişiklikler, Nis sözleşmesi esas alındığında, Almanya ve Fransa lehinde haklar bahşediyor. Ancak ülkelerin nüfüs sayıları esas alındığında ise, 82 milyonluk Almanya ile 38 Milyonluk Polonya’nın neredeyse aynı oy hakkına sahip olması, bir de ülkelerin ekonomik gücü düşünülünce, Polonya’nın ısrarını anlamsız kılıyor. Ancak AB içerisinde Almanya ve Fransa’nın siyasi olarak güçlenmesi ise, başta Polonya’yı ve Atlas Okyanusunun öbür kıyısındaki büyük abiyi rahatsız ediyor. Ancak AB zirvesinde ortak bir karar alınamazsa, bunların AB içerisinde ekonomik alanlara sirayet etmesinden endişe ediliyor. Gerisi domino taşları gibi... Tarihi iyi bilenler, son 100 yıl içerisinde iki dünya savaşının vuku bulduğu Avrupa’da böyle şeylerin çok çabuk olabileceğini tahmin edebiliyorlar.

 

Türkiye açısından olaya bakacak olursa durum oldukça ilginç. Şu anda AB binasında kavga var ve Apartman yöneticisi bu kavgayı yatıştırmakla meşgul ve Türkiye istediği kadar zile bassın, şu anda kapı kimseye açılmayacak gibi gözüküyor.

 

Kalın Sağlıcakla...