Bizde artık herkes cumhurbaşkanlığı seçimine tam tekmil kilitlendiği için, nerdeyse onunla yatıp onunla kalkılır oldu. Tabiî ki sonuçları açısından bakıldığında oldukça önemli olaylar. Seçim sonrası Türkiye belki de yeni olaylara gebe. Belki de, yeni seçilecek olan cumhurbaşkanı ile hem Türkiye siyaseti, hem de bölge siyaseti yeni açılımlar elde edecek. Ancak bu durum, kafamızı kaldırıp etrafımıza bakmaya engel değil.

 

Son iki hafta içerisinde, Avrupa’dan İslam’a ve Müslümanlara yönelik oldukça ilginç açıklamalar geldi.

 

İlki; Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük partisinin lideri Geert Wilders, Kuranın yasaklanmasını talep etti.

 

İkincisi ise; yine Hollandalı Piskopos Meskens’in “Gott” kavramı yerine, Hrıstiyanlarında “Allah” kavramının kullanmalarını tavsiye etmesi idi. Meskens, nihayetinde tüm dinler, tek Allah’a inanıyorlar. Bu sebeple, tüm kavramlardan vazgeçerek, tek kavram “Allah” kavramının kullanılmasının daha iyi olacağı talebinde bulundu.

 

Üçüncü olarak zikredilmesi gereken olay ise – aslında bir olaydan ziyade bir çağrı idi- İngiltere’den bir Müslüman cemiyet liderinin, Avrupa’da Müslümanların yeterince organize olamadıklarını ve Müslümanların bir lidere ihtiyaçları olduğunu söylüyordu.

 

Üç farklı resim. Üçüde Müslümanlarla ilgili. Avrupa’da 11 Eylül olayları sonrası, İslam’a olan ilgi, İslam dini hakkında bilgi sahibi olma isteği ne kadar arttı ise, İslam dinine ve Müslümanlara olan düşmanlıkta bir o kadar arttı. Ancak biz Avrupa’da yaşayan Müslümanlar ne haldeyiz?  Saldırılara karşı ne kadar dirençliyiz? Bunca düşmanlığa rağmen, Avrupa Hıristiyan dünyası içerisinde, Vatikan’ın komşusu olarak Müslümanların yaşaması mümkün mü?  Ne kadar hazırlıklıyız bir arada yaşamaya? Bu gibi sorular, bu güne kadar ne Avrupa’da ne de dünyanın bir başka yerinde Müslümanların yoğun yaşadığı yerlerde gündeme getirilmeyen sorulardır.

 

***

Bundan 3 yıl kadar önce idi. Yanımda Türkiye’den gelen bir misafirimle, artık sadece Belçika’nın değil, aynı zamanda Avrupa’nın da başkenti olarak lanse edilen Brüksel’de idik. Orada bizi karşılayan dostumuz, bizi arabasına aldıktan sonra, katılacağımız program adresine doğru yola koyulduk.  Yol boyunca, arabanın arkasında, görünür şekilde duran Kur’an-ı Kerim ve tespih dikkatimi çekmişti. Dostumuz, namazında abdestinde olan bir kişi olduğu için pek üstelemedim, hatta sormadım bile. Ancak yolculuk sırasında, kendisi konuyu açtı. Böbürlene böbürlene anlatmaya başladı:

 “Efendim, son dönemlerde Brüksel’de araba hırsızlığında oldukça önemli bir sayıda artış oldu. Sonradan, bazı sokaklarda, üzerlerinde İslami motiflerin takılı ya da yazılı bulunduğu arabaların çalınmadığı yada camlarının kırılıp içindeki eşyaların çalınmadığının farkına varıldı. Bu sebeple, arabanın görünür yerinde bir takım İslami motifler, simgeler ve hatta bunlarda olmaz ise, seccade, Kur’an-ı Kerim gibi, araba sahibinin Müslüman biri olduğunu gösteren, ona işaret eden bir şeyler arabada bulundurulmaya başlandı. Bu şekilde, Brüksel’de yaşayan Müslümanlar arabalarını korumayı amaçlıyorlar.” 

 

Tabiî ki bunu anlatırken, artık arabaları çalan hırsızların kim olduğunu, hangi dine mensup olduğunu anlatmaya gerek duymuyordu dostum. Devam ediyordu, gülerek gururla anlatıyordu: “Belçikalılarda bu durumun farkına varmışlar artık. Onlarda arabalarını hırsızlığa karşı sigortalattırmak, yani korumak için tespih, seccade ve hatta Kur’an-ı Kerim koymaya başladılar” diyordu dostum.

 

***

 

Geçen yıl başında idi. Bonn’da ünlü oryantelist Anne Marie Schimmel anısına organize edilen bir sempozyumda, Avrupa ve İslam konusu tartışılıyordu. İslam’ın Avrupa’ya ikinci aydınlanma dönemini başlatıp başlatılamayacağı tartışılıyordu. Avrupa’da yaşayan Müslümanların konumu tartışılıyordu. Toplantıya, Avrupa’dan ve Almanya’dan tanınan birçok gazeteci ve entellektüel kişilikler davet edilmişti. Bilhassa konuşmacılar arasında, gerek islam dünyasında gerekse de batı dünyasında çalışmaları ile tanınmış, Prof. Tarık Ramazan, Prof. Muhammed Arqun, İranlı alim Dr. Abdulkerim Suruş, eski Almanya Fas büyükelçisi Dr. Murad Hofmann gibi kişilerin yanısıra, alanlarında ihtisas sahibi olan Erfurt Üniversitesinden Prof. Kai Hafez, WDR televizyonundan Prof. Henke ve Almanya’nın Sesi’nden Peter Philipp gibi kişilerde konuşmacılar arasında yer alıyordu.

 

Toplantı İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerine simültane olarak tercüme ediliyordu. Ama katılanların büyük bir çoğunluğu neredeyse bu üç dilden en az ikisini akıcı derecede konuşabiliyordu. Bunu da tartışma bölümlerde sorulan soruların muhataplarına, doğrudan ana dillerinde sorulmasından farketmiştim. Salonun çoğunluğu pırıl pırıl kadınından erkeğine genç Müslümanlarla doluydu. Hepside, umut dolu, hepside heyecanlı hepside vazifelerinin ve taşıdıkları sorumluluğun bilincinde, Avrupa’daki yeni bir neslin habercisi gibiydiler.

 

***

 

Ağlanacak halimize gülüyoruz. Arkadaşımın gururla anlattığı şeylerin benzerini yıllardır yaşıyoruz. Bir taraftan, gerçekten İslamı yaşayarak, örnek bir Müslüman olarak kendini gösteren kişiler, diğer tarafta araba hırsızları. İkisi de Müslüman. Biri örnek bir mücadelenin temsilcileri, diğeri örnek bir zaafiyetin yüz karası.

 

Yukarıda ikinci örnekte verdiğim insanlar, Avrupa’da sokakta dolaşırlarken yürekleri parçalanarak, bütün dünyadaki Müslümanların hatalarını sırtlarında taşıyarak sokakta dolaşmak zorundalar. Yolda yürürken, sürekli haberlerde yer alan, Irak’taki bombalamalarda ölen günlük ortalama 100 kişinin sorumluluğunu, ya da Lübnan’dan Endonezya’ya kadar dünyanın herhangi bir yerindeki bombalama olayını, hangi kefeye koyup, nasıl tartacağını, bir Hrıstiyana karşı bu olayı anlatırken veya bununla ilgili bir soruya muhatap olduğunda nasıl cevap vereceğini düşünmek zorundalar. Birinci örnekte ise mesele çok basit. Düşünme, haksızlığa ve hırsızlığa devam. Nasıl olsa Hrıstiyan Avrupa’dasın ve inanmayanların malı müslümanlara helal!(mi acaba).

 

Başörtülü bir hanım kızımız, Avrupa’daki üniversitelerde anfilerde oturup ders dinlerlerken, bir yandan da başörtülerinin bir toplumsal baskı simgesi olmadığının, inanç meselesi olduğunun mücadelesini vermek zorundalar. Haberlerde, S.Ateş, N.Kelek veya E.Deligöz veya S.Kekilli gibi, islamiyetle uzaktan yakından alakası olmayan sözde kadın hakları savunucularının, -asıl bunlar aile baskısına maruz kalmış ve tedaviye muhtaç kişiler olmalarına rağmen- sözde demokratik bayanların, İslam’ın kurallarını nasıl yorumlayıp, yalan yanlış yerlere çekerek, Avrupalılara emsal olacak şekilde verdikleri başörtüsü ve Müslüman hanımlar hakkındaki kararları, başörtülü hanımlarımız, yaşantıları ile, bilgileri ile ve duruşları ile bertaraf etme çabası içerisindedirler.

 

Bir yandan, bilmedikleri, eğitim sistemi hakkında bilgi sahibi olamadıkları, bilgilendirilmedikleri için, çocuklarını ilk okullarda ve orta okullarda Hrıstiyan din derslerine göndermek zorunda kalan veliler, diğer yandan iyi bir temel İslami eğitimlerini almış, hrıstiyanlardan daha iyi onların dinini bilen temiz pırıl pırıl çocuklar.

 

Bir yanda bütün her şeyi ile kendilerini İslami hizmete, Müslümanlara yardıma adamış cemiyetler, diğer yanda kendilerinden üç bin kilometre ötedeki siyasi cihada, Müslümanların cebindeki son centi de alıp, para yetiştirmeye çalışan teşkilatlar.

 

Bir yanda halal lokma peşinde koşup, alnının akı ile, kıt kanaat ailesini geçindirmeye çalışan Müslüman anne-babalar, diğer yanda yaşadığı sosyal yardım dairesinden aldığı paranın, en az iki katını Türkiye’deki kiralık gayrimenkullerden elde eden ve hiç bir rahatsızlık duymayan babalar-amcalar.

 

Ömürlerini bir müslüman olarak geçirmiş, ancak bir şekilde akrabaları ile bağlarını koparmış ya da yakınına ulaşılamadığı için, kimsesizler mezarlığında son bulan hayatlar.

 

Nesiller arası çatışmaların yaşandığı, aslında usul-füru arasındaki, büyük-küçük arasındaki ilişkilerin belirlendiği, problemin olmaması gereken bir İslam toplumundan, çatışmaların yaşandığı, büyüğün, küçüğün belli olmadığı, saygının sevginin kalmadığı bir İslam toplumu.

 

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak örnekleri anlatmakla, aktarmakla elimize bir şey geçmez. Biliyorum moral bozucu bir durum. Anlatılanlardan hangisi ile kendimizi özdeşleştirebiliriz? Nerede duruyoruz bu çok önemli.

 

Günümüzde, Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük çoğunluğunun önündeki en büyük problem, dini ögelerden arındırılmış –bazıları buna seküler toplum diyor- görünüşte hrıstiyan olan toplumlarda, bu toplumların yaşam biçimlerine ya kendilerini kaptırıp gitmeleri ya da kendilerini bu toplumlardan izole ederek, kendi yarattıkları dünyalarında yaşamaları.

 

Yukarıda sözünü ettiğim toplantıda, Bremen’den katılan Prof. Yasemin Karakaşoğlu, yapmış olduğu ampirik çalışmaları değerlendirirken, her şeye rağmen genç nesil Müslümanlarda, dini her yönüyle yaşama eğilimlerinde artış olduğunu, gençlerin uygulamalı olarak dini yaşmasa bileö günlük hayatlarında dinin artık önemli bir rolü olduğunu aktarıyordu.

 

Tarık Ramazan ise, Avrupa’daki Müslümanların şu anda bir kriz yaşadıklarını, aslında bu krizi sadece Avrupa’lı Müslümanların değil, batı toplumların tamamının yaşadığını, bu kriz durumundan kurtulmanın tek yolunun, tüm Dünya’yı ve insanlığı kurtaracak bir aydınlanma hareketinin olduğunu kısaca aktarmıştı.

 

Herşeye rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen, bütün ilgisizliklere rağmen, bu güne kadar gelmiş bir İslam toplumu var. Bir alt yapı oluşturulmuş. Bu gün sadece Almanya’da 3,5 milyona yakın (rakamlar istatiski deği tahmini) ve bir o kadarda İngiltere’de olmak üzere AB sınırları içinde yaşayan Müslümanların sayısı 16-17 milyona ulaşmış durumda. Ve sadece bu iki ülkedeki cami veya mescidlerin toplamı 4 bine yakın.

 

Ama insanlar ilgiye aç, insanlar bilgiye aç. Müslümanlar Avrupa’da her yönüyle yardıma muhtaç.

 

Burada bırakalım. Bir sonraki yazıda, rakamlarla, ülkeleri karşılaştırarak AB içindeki Müslümanları değerlendirelim.