Ortadoğu'da bugün yaşananların iyi anlaşılabilmesi için, I. Dünya Savaşı esnasında, daha çok cephe gerisinde yaşananların iyi okunması ve anlaşılması gerekir. Osmanlı tarihi açısından baktığımızda, nedendir bilinmez ama hep istemeye istemeye hatırladığımız, I. Dünya Savaşı sırasındaki Arap isyanı vardır, Ortadoğu coğrafyasında. I. Dünya Savaşı'nda, Osmanlı açısından bakınca, Arap yarım adasının kaybında Arabistanlı Lawrence olarak bilinen, ingiliz casusu Thomas Edward Lawrence'in rolü büyüktür. Savaş sonrası Ortadoğu'da İngiliz nüfuzu başlar böylece.

Pek bilinmeyen başka bir husus ise, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Müttefiki olan Almanya'nın Ortadoğu'nun İngiliz ve Fransız hakimiyetine girmesini engelleyecek çalışmalar yapmasıdır. Bu çalışmalar, bugünkü Suriye'de Tal Halaf bölgesinde arkeolojik çalışmalar yapan Max von Oppenheim tarafından yürütülmektedir. Bölgeyi, Ortadoğu'nun kuzeyini en az Lawrence kadar iyi bilen von Oppenheim, Lawrence'in milliyetçi çağrılarına karşı, "Cihad" çağrısı ile karşılık vermeye çalışır. Yapacağı çalışmaları "Die Revolutionierung der islamischen Gebiete unserer Feinde=Düşmanlarımızın Hakimiyetindeki İslami Bölgelerin Ayaklandırılması"  başlığı altında 1914 yılında kaleme alır. Ancak başarılı olamaz.

Ve Osmanlı'da işgal yılları başlar. Maraşlı olmam hasebiyle hep bize anlatılan öğretilen, Maraş ve havalisini önce İngilizlerin işgal ettiğidir. Ancak daha sonra, İngilizler çekilir ve Fransız işgal kuvvetleri İngilizlerin çekildikleri bölgelere yerleşirler. Tarih anlatılırken şu not da ihmal edilmez: İngilizler, Fransızlara göre daha yumuşak davranmıştı bölge halkına. Ama kimse İngilizlerin niye çekildiğini, Fransızların neden bu bölgeye yerleştiğinin arka planı olan anlaşmayı izah etmez.

Sykes-Picot Anlaşması ve Tarihi Süreç

Bugünkü Ortadoğu'ya büyük ölçüde şeklini veren bu anlaşmaya göre, Anadolu'nun ortasından Basra Körfezine, Akdeniz kıyılarından İran sınırlarına kadar uzanan bu bölgede, Sykes-Picot Anlaşması ile o zamana kadar Osmanlı hakimiyeti altında hem dili, hem kültürü ile kendi coğrafyalarında yaşayan halkların, ortak özellikleri dikkate alınmaksızın bölge paylaştırılır. Anlaşmaya göre, yukarıda bahsedilen bölge, beş parçaya ayrılır. Maraş, Adana, Antep ve Urfa Fransız işgali altına alınırken, hemen bu bölgenin altındaki ve büyük ölçüde bugünkü Suriye sınırlarını oluşturan ve Musul'a kadar uzanan bölge Fransız nüfuzu altındadır. Sina'dan İran sınırına kadar olan bölge ve Arap yarımadasının doğu kıyılarının iç bölgeleri İngiliz nüfuzuna ve Bağdad'ın kuzeyinden Basra ve Kuveyt'e ve aşağısında, Arap Yarımadasının doğu kıyıları İngiliz işgaline bırakılacaktır. Gazze ve Kudüs ise ortak hakimiyet alanıdır. Sonrasında, Anadolu'da yaşayan Kürtlere ve Dogu Anadolu'da Ermenilere verilecek olan toprakların belirleneceği Sevr Anlaşmasının pratik bir önemi yoktur. Ve nedense hep Sevr anlaşması üzerinde durulur tarih derslerinde; Sykes-Picot Anlaşması üzerinde durulmaz.

Tarihten Bugüne

Hilafeti kurtarmak için Kürtler, Türklerle beraber işgalcilere karşı savaştılar. Hilafet sonrası gelişmeler bu birlikteliği parçaladı. Ayaklanmalarla geçen 1920'li, 1930'lu yıllardan sonra Türkiye'de 1980'lere gelene kadar baskı altında tutulan Kürt hareketinden bir ses duyulmaz. Kuzey Irak'ta Saddam döneminde yaşanan, Halepçe gibi katliamlar daha hafızalarımızdan silinemeyecek kadar tazedir. Suriye'de ise, Baas rejiminin kurulmasıyla, baskı gören, dilleri yasaklanan ve Baas düşüncesiyle mücadele eden kesimlere dahildir Kürtler. İran'da yaşayan Kürtler ise, Sünni olmakla birlikte, zaman zaman kavgalı, zaman zaman siyasete dahil olarak, İran coğrafyasında kendilerinin yaşam alanlarında varlıklarını sürdürmektedirler.

Irak'ta Saddam'ın devrilmesiyle ortaya çıkan ve Ortadoğudaki taşları kontrollü/kontrolsüz yerinden oynatan durum, Irak'ın kuzeyinde Kürtlerin kendi otonom bölgelerini oluşturmaları, "Kürt Meselesi" ni bölgesel ve uluslarası politik gündeme dahil eder haldedir.

Bugünkü Suriye meselesinden sonra, Ortadoğu'da tarihten gelen bu paylaşmalara göre oluşmuş devlet sistemlerinin artık eskisi gibi kalmayacağı aşikar. İngiliz-Fransız işbirliği ile oluşturulan hakimiyet ve nüfuz bölgeleri, bu bölgelerdeki yaşayan halkların birbirlerinden ayrışmasına sebep olmuştur. Osmanlı döneminde aynı coğrafyada ve Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan bu halklar, I. Dünya Savaşı'ndan sonra tamamen birbirlerinden koparılmıştır. Sonrasında sınırların yeniden çekilmesi vardır. Bu gün ise mevcut durum bellidir: Kan gölüne dönmüş bir Ortadoğu...

Çözüm Süreci ve Bölgesel Kürtler

Son yıllarda Kürt sorununun bölgesel ve uluslararası politik gündemlere dahil edilmesiyle, bu sorunun orta ve uzun vadede kalıcı bir çözüme kavuşturulması yönünde atılan adımlar, doğuracağı sonuçlar bakımından başta, Türkiye olmak üzere, Irak, İran ve Suriye'de yaşayan Kürtleri doğrudan etkileyecektir.

Bugün Türkiye'de, her şeyi göze alarak Kürt meselesini barışçı bir şekilde çözmek isteyen bir hükümet vardır. Her ne kadar, çözüm uğraşıları, zaman zaman kesintiye uğrasa bile, 2002 yılında, iktidara geldiği günden beri, her ne pahasına olursa olsun, Türkiye'yi ilgilendiren yönü ile Kürt Meselesini "BARIŞÇI" yollarla çözme uğraşında olan siyasi bir iktidar vardır artık Türkiye'de. 1920 ve 1930'lardaki isyanlardan sonra tamamen inkar edilen Kürt kavramı ve varlığı Ak Parti iktidarı döneminde tamamen tarihe karışmıştır. Artık bütün çalışmalar halkların kardeşliği üzerinedir.

Irak'ta Saddam sonrası, farklı etnik gruplara, mezhep farklılıklarına ve coğrafi hakimiyet alanlarına rağmen bütün bu gruplar merkezi devletin güçlendirilmesi amacıyla ortak hareket etmeye calışmışlar, ancak başarı sağlanmamıştır. Bilhassa, Maliki'nin başbakanlığı sonrası, Bağdat yönetimi, İran çizgisinde bir politika içerisine dahil olarak, açıkça Irak'ta mezhepsel bir kavganın tohumlarını atmıştır. Bu çerçevede, Bağdat'ta geçtiğimiz yıl yaşanan üst düzey politik kavga neticesinde, devlet başkanı yardımcısının ülkeyi terketmek zorunda kalması, güç kavgasının boyutlarını göz önüne sermesi açısından ilginçtir. Saddam'ın devrilmesi ile oluşan yeni Irak'ta, Bağdat'ta Maliki hükümetinin göreve gelmesiyle başlayan gittikçe derinleşen Şii-Sünni çatışmasının başka bir sonucu, Irak'taki mevcut durumun Kürtlerin bağımsızlığı açısından olumlu yönde bir seyir başlatmasıdır. Bugün Kuzey Irak'ta kendi başına hareket edebilen ve karar alabilen bir Kürt yönetimi mevcuttur.

Irak'ta yaşanan bu iç kavga, Saddam sonrası beklenen/umulan barışı getirmek yerine, hem etnik, hem de mezhepsel açıdan gruplar arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir. Bunun sonucu olarak, zaten fiilen coğrafi olarak baştan beri ayrı olan, Kuzey Irak Kürt Bölgesi gittikçe Bağdat yönetimi ile göbek bağlarını kesmekte ve bağımsızlık yönünde hareket etmektedir. Bunun iki olumlu sonucu olduğu söylenebilir. İlki, Bağdat ile göbek bağını kesen Kuzey Irak Kürt Bölgesi, bir bakıma kendi iç huzurunu bulan ve gittikçe çatışmaların daha az yaşandığı bir bölge haline gelmektedir. İkincisi ise, Erbil – Ankara hattındaki dostane yaklaşımlar ve gelişmeler, çözüm süreci ile birlikte, kendi içerisindeki Kürt sorununu çözmek için kararlı adımlar atan Ankara'nın hem Kürtlerle, hem de olası bir Kürt devleti ile problemi olmadığının göstergesidir.

Öte yandan Suriye'de merkezi devletin çökmesiyle başlayan süreç içerisinde, son aylarda yaşanan gelişmeler, ÖSO ve onlarca yıldır Baas rejimi altında ezilen Suriye Kürtleri arasındaki yaşananlar ve nihayetinde halen aralıklarla El-Nusra grubuyla PYD'li Kürtler arasındaki çatışmalar, Suriye'nin Kuzeyinde, Kuzey Irak benzeri bir Kürt Otonom Bölgesi oluşturulmasına doğru evrilmektedir.

Her ne kadar, Suriye'deki durum netleşmemiş olarak gözükse bile, Suriye Kürtlerinin bir kısmı sol eğilimli ve biraz da hapisteki PKK liderini önder olarak gören[1] PYD organizasyonuyla, Suriye'nin kuzeyindeki hatırı sayılır bir bölgeyi kontrol altında tutmaktadırlar. Suriye'deki fiili durumdan faydalanan Kürtler, PYD aracılığı ile, hakim oldukları bölgelerde, kendi bayraklarını asmakta, arabalarında Kürtçe plakalar kullanmakta ve şimdiye kadar yasak olan Kürtçe okullarda ders olarak okutulmaktadır.

Türkiye açısından en problemli alan olarak görülebilecek olan alan, hiç kuşkusuz Suriye Kürtleridir. Suriye'deki iç karışıklıktan dolayı, bu ülkedeki yaşayan Kürt gruplar dağınık ve parçalanmış durumdadır. Şu anda en öne çıkan, her ne kadar Suriye kürtlerinin tamamını temsil etmese de, Batı medyasında da adından en çok söz ettiren, PKK'nın Suriye'deki devamı olarak görünen PYD'dir[2].  Diğer taraftan, Özgür Suriye Ordusu içerisindeki Kürt gruplar ve bölgede yaşayan Sünni Araplarla, diğer Kürt gruplar arasındaki çekişmeler Türkiye tarafından da dikkatle izlenmektedir.

Bölgedeki tek kapalı kutu İran Kürtleridir. 1946 yılında kurulan Mahabad Kürt Devletinin yaklaşık bir yıl süren hayatı bir kenara bırakılırsa, İran kürtlerinin de, Osmanlı döneminden sonra, sürekli olarak uluslarası camianın gündeminde olan "Kürt Sorunu" nun bir parçası olduğunu söylemek yanlış olmaz. İran devriminden sonra başlayan İran-Irak savaşı sırasında, İran ve Irak kürtleri iki cephe arasında kalmışlardır. Halepçe'de Saddam tarafından düzenlenen kimyasal silah saldırısıyla katledilen masumların görüntüleri bugün bile hafızalarda taptazedir.

İran'ın gelecekte Ankara ile ilişkilerine bağlı olarak Kürt meselesinde takınacağı tavır, İran Kürtlerinin durumlarını netleştirecektir.

Vurgulamakta ve tekrarda fayda var. En net görünen durum Kuzey Irak'tadır. Bağdat ile göbek bağlarını kesmeye çalışan ve gittikçe daha bağımsız ve ayakları üzerinde sağlam basan, Kuzey Irak Kürt yönetimi, Türkiye hükümetinin çekincesiz ve aracısız gayretleriyle, Erbil-Ankara arasındaki diplomatik ilişki hattını, tarihi kökenlerden geldiği şekli ile yeniden canlandırma girişimi içerisindedir. Bu girişim içerisinde, Türkiye, Bağdat'taki Maliki Hükümeti ile olan ilişkilerdeki gerilmeyi göze almış ve Irak'taki her duruma ve sürprize hazır görünmektedir. Ankara-Erbil arasındaki ilişki, ticari olarak gelişme göstermekte ve bölgede söz sahibi olan ve olmak isteyen pek çok gücün dikkatinden kaçmamaktadır.

Kürtlerin Kendi İç Kavgaları

Gerek Suriye'deki gelişmeler, gerekse Kuzey Irak Kürt Bölgesindeki bağımsızlık hareketi,  Avrupa'da da ciddi şekilde takip edilmektedir. Aynı şekilde, bölgede kendi coğrafyalarında yaşayan kürtler birbirlerini dikkatli bir şekilde takip etmektedir. Bilhassa, otonomi yönünde adımlar atan Kuzey Irak'taki Kürtler, Suriye'deki gelişmeleri en az Ankara kadar hassasiyetle takip etmektedirler.

Suriye'de ÖSO saflarında Esed güçlerine karşı savaşan kürtler ile PKK destekli PYD arasındaki çatışmalar artık aşikar konuşulmaktadır. Sol ve liberal ideolojileri takip eden, PYD ve PKK'nın dertlerinin Kürtler olmadığı, Esed güçleri ile birlikte hareket ettikleri ve bundan rahatsızlık duyulduğu, Esed güçlerine karşı mücadele eden kürtler tarafından dile getirilmektedir[3]. Bu rahatsızlığı dile geitren bir diğer kesim ise, Kuzey Irak'taki Kürtlerdir. Yıllarca, Talabani ve Barzani grupları arasındaki kardeş kavgasını yaşayan ve şu anda eski yaralarını sarmaya çalışan Kuzey Irak Kürtleri, Suriye'de yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duymaktadırlar. KDP'den Abdülselam Berwari tarafından, Alman Zenith Dergisine verilen röportajda bu rahatsızlık açıkça ifade edilmektedir[4].  Berwari, sözlerinde, PYD ve PKK'nın aynı çizgide olduğunu Suriye'de daha evvelden organize durumda olan PKK milislerinin, PYD adı altında hareket edip kontrolü ellerine aldıklarını, Öcalan'ın bir dönem Suriye'de yaşaması sebebiyle, Suriye'de çatışmaların başladığı zamanlarda, PYD'nin Esed ile geleneksel olarak iyi ilişkiler içerisinde olduğunu ifade etmektedir. Ancak mevcut durumda, hiç bir Kürt grubunun Esed ile bağlantısı olmadığını, fakat kendi aralarında anlaşmazlıklar oldugunu, Irak'lı Kürtler olarak, Suriye Kürtlerinin kendi aralarında birlik olmalarını desteklediklerini ve askeri olarak –her ne şart altında olursa olsun-bir müdahalede bulunmayacaklarını vurgulamakta. Bir yandan Bağdat hükümeti ile problemler mevcut iken, diğer taraftan Suriye'deki PYD'li gruplarla iyi geçinmek istediklerini belirtmekte. Berwari, ayrıca Bağdat hükümetiyle iyi geçinmek istediklerinin altını çizmektedir söyleşide.

Aynı dergide, BDP milletvekili Sebahat Tuncel'in verdiği söyleşide[5] ısrarla üzerinde durduğu husus; Türkiye'de Kürt meselesinde bir çözüm sürecinin başlamış olması. Geçmişte ne olursa olsun, Türkiye'de tarafların karşılıklı anlayış içerisinde bulunmaları gerektiğini ve bu karşılıklı anlayışın, tüm taraflarca haksızlıkları ortadan kaldırmak için göstermeleri gerektiğini söylüyor. Tuncel, Türkiye'de Türklerin ve Kürtlerin barış sürecini kalıcı hale getirmek için, muhakkak bir arada yaşamayı öğrenmeleri gerektiğini, populist söylemlerden uzak durulması gerektiğini ve medyada taraflar arasındaki uçurumu derinleştirici söylemlere son verilmesi gerektiğini belirtiyor.

Tuncel'in ifadelerinde dikkat çeken en önemli husus, Türkiye'de yaşanan kavgada bugünkü gelinen nokta itibariyle, 1984'den beri hayatını kaybeden 40 bin insanın hayatına değdiğini ifade ediyor. Kuzey Irak'taki, Suriye'deki gelişmeler gözlemlenirse, -hayatını kaybenden bu 40 bin insanın sayesinde- bugün Kürtlerin Ortadoğu'da ağırlık kazandığını ifade ediyor.

Yukarıdaki, Berwari'nin ifadeleri ile Tuncel'in ifadelerini karşılaştırdığımızda, Ortadoğu'daki Kürt meselesinde, farklı Kürt grupların bir rol kapma yarışı içinde oldukları ortaya çıkmaktadır.

Batı'nın İlgisi

İşin esasına bakılacak olursa, Batı'nın "Kürt sorunu"na bakışının anahtarını yukarıda vermeye çalıştık. Batı'nın Kürt meselesine ilgisi ya da ilgisizliği, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle başlamaktadır. Bunu, yukarıda saydığımız dört ülkeye ait coğrafyada yaşanan onca ayaklanma ve katillere karşı, Batı'nın ve bir dönem Rusya'nın sürekli merkezi devletlerin yanında yer almasından anlıyoruz. Paradoks gibi görünse de "Kürt Sorunu"nun ortaya çıkışını, Osmanlı'nın dağılmasına bağlamak hususunda, Udo Steinbach gibi oryantalistler de aynı fikirdedirler[6].

Bir dönem Fransa'nın ve Almanya'nın Türkiye'deki Kürtlere olan ilgisi, yakın tarihimizdeki anılarımızda taptaze duran ilginç diplomatik ilişkilerdendir. Öte yandan 90'lı yıllardaki, Türk-Kürt çekişmesinin, -1993'de PKK'nın Almanya'da bir terör örgütü olduğu yönünde karar alınması üzerine- Avrupa'ya sıçraması, bilhassa Almanya'da sokak çatışmalarına dönüşecek kadar ve hatta Kürtlerin mücadelelerine dikkat çekmek amacıyla otobanları işgale kadar gitmeleri dahi, ne ondan önce öldürülenleri geri getirmiş, ne de sonraki dönemlerde bu kavgada ölenlere engel olmuştur. Ne de Avrupa'nın meseleye ilgisini ziyadesiyle arttırmıştır.

Ekonomik açıdan, bölgeye baktığımızda, petrolün yanı sıra asıl kavganın son dönemlerde doğalgaz açısından yaşandığı hemen görülebilir. Bu sebeple, bilhassa AB açısından, Avrupa'ya yapılacak doğalgaz sevkiyatı sebebiyle Kürtlerin yaşadığı bölgelerin jeo-stratejik önemi büyüktür. Geçtiğimiz yıllarda AB ile Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi ve sevkiyattaki problemler sebebiyle, AB enerji sektörü bakımından, AB sınırları içinde, kendi güvenliğini ve enerji sevkiyatını garanti altına almak durumundadır.

AB'nin, biraz da Almanya'nın baskısıyla, geçtiğimiz on yıl içerisinde, doğalgaz açısından Rusya'ya bağımlı hale geldiği artık bilinmektedir. Bilhassa, Rusya'da devlet şirketi olan Gazprom'un Avrupa'da başta Alman enerji devi E.On ile ortaklıkları, bugün Almanya'yı, doğalgaz sevkiyatı açısından AB içerisinde öne çıkarmıştır. Rusya ile yaşanan 2006'daki gaz sevkiyatı krizinden sonra, tekrar NABUCCO üzerinde hararetli tartışmalar başlamış, ancak bu tartışmalardan sonra, -daha pahalı bir proje olmasına rağmen- Rusya ile Almanya arasında, Kuzey Denizini Vyborg-Lubmin arasında boydan boya geçen, Nordstream/Kuzey Akımı hattı devreye sokulmuştur.

Rusya'nın da, diğer taraftan, Karadeniz'i boydan boya geçecek olan,- aslında NABUCCO'dan kat kat daha fazlaya mal olacak olan- Güney Akımı/Southstream projesini devreye sokması, Türkmenistan, Azerbaycan, İran ve Irak doğalgazını Avrupa'ya taşıyacak olan Nabucco projesi üzerinde soru işaretlerini arttırmış ve nihayetinde, Azerbaycan devlet firması SOCAR'ın da NABUCCO'dan desteğini çekmesi ve TANAP projesine destek vermesiyle, NABUCCO projesi şimdilik rafa kaldırılmıştır. İran ve Irak'taki doğalgaz rezervlerinin, toplamının Rusya'nın doğal gaz rezervlerine yakın olduğu tahminini dikkate aldığımızda, bu coğrafyadaki kavganın sadece bir bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi olmasından öte, aynı zamanda uluslararası boyutları olan ekonomik bir çıkar kavgası olduğu aşikardır. Bu tespit, eğer kalıcı barış sağlanması yönünde kesin ve kararlı adımlar atılmazsa, bu coğrafyadaki yangının daha uzun süre devam edeceği ve kanın durmayacağı acı gerçeğini dillendirmeye bizi götürür.

Bundan Sonrası

Kendi sınırları içerisindeki Kürt meselesini barışçı ve kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmak isteyen AK Parti hükümeti, bir yandan Erbil ile iyi ilişkiler geliştirirken, diğer taraftan Ankara'nın izni olmadan Suriye'de kendi otonom bölgesini oluşturamayacağını bilen PYD ile de görüşmektedir. Bölgede kararın, bilhassa Kuzey Irak Kürtleri açısından artık Ankara'da alınacağı bir realitedir. Ankara'nın en az diğer aktörler kadar, hatta daha fazla bir şekilde söz hakkı vardır bölgede.

Yukarıda izah ettiğimiz şekli ile AB nin tabiri caiz ise bölgede devre dışı kalmasıyla, dış aktörler neredeyse I. Dünya Savaşı esnasındaki aktörlerdir. Politik açıdan bakacak olursak Türkiye'nin meselelerin çözümünde tek başına kalması da, aynı açıdan değerlendirilebilir.  Bu sebeple, Türkiye'nin Kürt meselesinde hem kendi içindeki meseleyi barışçı çözüme götürürken, diğer taraftan da Kürtler arası bir kavganın önüne geçmek gibi, büyük bir vazifesi vardır. Yukarıda sayılan dört ülkeden, Kürt meselesine şu ana kadar barışçı yaklaşan tek ülke Türkiye'dir. Bu hem Erbil tarafından bilinmekte, hem de PYD tarafından dikkate alınmaktadır. Hem kuzey Irak'taki, hem de Suriye'deki diğer Kürt grupların liderlerinin, politik hassasiyeti ve becerileri de gelişmelerin seyrini etkileyecek unsurlardandır.

24 Ağustos'ta yapılması planlanan, ancak Eylül ayına ertelenen Erbil'de yapılacak olan Kürt Kongresine karşı Bağdat hükümeti çoktan çekincelerini koymuş durumda. Öte yandan, Rusya, Suriye ile ilgili görüşmelerde, Kürtlerin PYD olarak, diğer tüm gruplardan bağımsız olarak görüşmelere katılmasını dillendiriyor.

İran'da başkanlık seçimi sonrası hükümet yeni kuruldu ve çalışmalarına başladı. Suriye konusunda açıkça Esed yanında yer alan İran da Kürt meselesinde de aktif söz sahibi olmak isteyecektir. Ancak bu durumda kendi içindeki Kürt grupların isteklerini dikkate alacak mı? Yoksa yine rüzgara karşı durmaya devam mı edecek? Bunu da önümüzdeki günlerdeki gelişmeler gösterecektir.

Şu anki görünen; Bağdat, Tahran ve Esed hükümetlerinin bölgede yaşananlarla iligli olarak halen kırmızıçizgileri etrafında kendilerini ifade etmeleridir.

En başa dönelim. Bu güne kadar bizlere, "kırmızıçizgiler" olarak dayatılan çizgilerin aslında başkalarına ait kırmızıçizgiler olduğu, bu coğrafyada yaşanan yangında açıkça ortaya çıkmıştır. Hedef bundan sonra, yangını söndürmek değil, yangın çıkmasını önlemektir. Aksi halde, çıkacak yangın Ortadoğu coğrafyasında kalmayacaktır.

[1] http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=270719

[2] http://www.spiegel.de/politik/ausland/syrien-wie-die-kurden-zu-den-gewinnern-des-buergerkriegs-werden-koennen-a-865351.html

[3] http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=271078

[4] Zenith, Juli/August 2013 sayfa 40-41

[5] Zenith, Juli/August 2013 sayfa 36-37

[6] http://www.udosteinbach.eu/cms/content/view/61/47/lang,/