Aslında pek iç politika ile ilgili konulara girmeyecektim. Ancak şu günlerde neredeyse Avrupa’nın yarısı tatilde. Dolayısı ile siyasilerde tatilde, siyaset de. Sarkozy yüzmeye Amerika’ya gitmiş. Almanya ise son 25 yılın belki de en etkileyici grev kararı ile baş etmeye uğraşıyorlar. Tren makinistleri maaşlarının yaşam standartlarına yükseltilmesi amacıyla greve gidecekler. Belki Türkiye gibi, Anayurdu dört baştan demir ağlarla örülmüş bir ülkeyi pek ilgilendirmeyebilir ama günlük milyonlarca insanın taşındığı Alman demiryollarında bir karabasan gibi söz ediliyor bu grevden.

 

***

 

Türkiye’de seçimden sonra dinmesi beklenen iç siyaset halen dinmemiş durumda. Türkiye’ de kamuoyunun ve basının en önemli konusu halen, Cumhurbaşkanlığı konusu. Soru gelip çatıp, kim olacak cumhurbaşkanı? noktasında düğümleniyor. Bu noktada maalesef hem kamuoyu, hem siyasiler, çok önemli bir noktayı gözardı ediyorlar. Bu noktada maalesef elma ile armut birbirine karıştırılıyor. Gözardı edilen nokta, Türkiye’nin normalde bu yılın Kasım ayında normal seçimleri yapması gerekirken neden 4 ay önce erken seçime gidildiğidir.

 

2002 Kasım ayına dönelim. Herkes 4 Kasım sabahı kalktığında Türkiye, ülkeyi kaosa sürükleyen bir koalisyon hükümetinden kurtulmuş ve daha seçimlerden kısa bir süre önce kurulan AK-Parti 363 gibi bir rakamla, iktidarı kurmak üzere meclise girmişti. Bu güne kadar Türkiye’nin ve kurumların üzerinde çöreklenenler ilk şoku atlattıktan sonra, bu meclis aritmetiği içerisinde AK-Parti’nin şöyle yada böyle Mayıs 2007 de T.C. cumhurbaşkanını seçeceğinin farkına varılmış, ilk olarak bu noktaya dikkat çekilmişti. Ak-Parti Mayıs 2007 de C.Başkanı seçecek ve büyük ihtimalle de, seçilecek kişi azınlık elit yerine, çoğunluk halktan biri olacaktı. Belki de başörtüsü Çankaya’ya çıkacaktı. Ancak ilk etapta, bunlar geri plana itildi. Nihayetinde, yeni hükümetin önünde, son 7-8 yılın hükümetlerinin bıraktığı, artık tefessüh etmeye yüz tutmuş bir siyasi ahlak ve devlet enkazı ile, psiko-sosyal olarak çökmek üzere olan bir Türk toplumu vardı. AK-Parti’nin bunların üstesinden gelemeyeceği ve çabucak pes edip ve hatta dağılıp, meclis yeniden seçilecek ve her şey eskisi gibi olacaktı!

 

CHP’nin mecliste aktif ve etkin muhalefet yapacağını düşünen, kurumsallaşmanın önündeki güçler, yanıldıklarını daha meclis ve hükümet çalışmalarının ilk aylarında anlamışlar ve can havli ile, Çankaya’da oturan sayın A.N.Sezer’e sarılmışlardı. C.başkanı da, kendisinden beklenen görevi fazlasıyla yerine getirerek, tarafsız bir cumhurbaşkanının nasıl aktif ve etkin muhalefet yapacağını, görevi süresi içerisinde tüm herkese göstermişti. Halende bu koltuğun üzerinden kalkmaya yanaşmadığı için, bu rolünü devam ettirmektedir.

 

AK-Parti hükümeti ve Meclis grubu türlü oyunlarla, meclisteki grubu dağıtılmaya çalışılsa da, pek az zayiat vererek, cumhurbaşkanlığı seçim takvimine kadar gelindi. Adaylık süreci ve aday belirlemedeki tarz bir anlamda belki eleştirilebilir ancak, nihayetinde AK-Parti kendi cumhurbaşkanı adayını belirledi ve meclise takdim etti. Bu arada millet, sokaktaki vatandaş, mecliste grubu bulunan ve şu yada bu şekilde mecliste temsil edilen partilerden de,  demokrasi adına aday göstermelerini beklediler. Ancak beklenen bu aday bir türlü çıkmadığı, çıkartılamadığı gibi, AK-Parti, herkesimden kendisini entelektüel diye tanımlayanların saldırısına uğradı. Ana muhalefet rolünü üstlenen, CHP lideri sayın Baykal ise, en kötü demokrasi tanımlarına inat, demokrasi ile bağdaşmayan tavırlar ve çalışmalarla, iktidar partisine yüklenmeye başladı. Tandoğan, Çağlayan ve İzmir mitingleri ile, adeta T.C. rejiminin asıl sahiplerinin kendileri olduğunu meydanlardan haykırmaya, iç savaş ve darbe çığırtkanlığı yapmaya başladı.

 

Ancak biri vardı ki, bu cumhurbaşkanlığı süreci içerisinde belki de kilit rolü oynayan kişi idi. Normalde, batıda artık, hâkimlerin emekli olup, torun sevmeleri gereken zamanda, o halen anayasalar ve kurumlar üzerine ahkam kesip, oturduğu yerden cumhurbaşkanlığı seçimi kuyusuna, üzerinde 367” yazan bir taş atıvermişti. İlk başlarda kimse önemsemedi bu mevzuyu. Ancak hedef belli idi. Aday her kim olursa olsun, AK-Parti’ye cumhurbaşkanı seçtirmemekti maksat.

 

Mitinglerle, e-muhtıra ile beklediklerini elde edemeyen, demokrasinin ve laikliğin yılmaz bekçileri, bir türlü AK-Parti’yi engellemiyorlardı. İşte göz göre göre, ellerindeki son kale denilen, Çankaya’da gidiyordu. Öyle ya, Türkiye, hiç beklemediği bir dönemde, Refah Partisi ve Necmeddin Erbakan iktidarını görmüştü. Sayın Çiller’in illa ben başbakan olacağım diye tutturduğu inat olmasa, belki de daha uzun sürecek olan bir yıllık bir Refah iktidarıydı. Bu demokrasinin ve laikliğin yılmaz bekçilerini uyarmaya yetmiş, gereken tedbirleri almışlardı. Şimdide bu AK-Parti, Müslümanız demeseler de, hareketleri, davranışları ile, Müslümanlara benzeyen AK-parti, korktuklarını başlarına getirmek üzereydi. Hatta bazılarına göre bunlar Refah, Fazilet ve hatta Saadet Partisinden daha tehlikeliydiler. İşte millet, AK-Parti aracılığı ile, Çankaya’ya doğru yürüyüşe geçmişti.

 

Nihayetinde, 367 taşını kuyuya atan, taşı atıp çekilmekle kalmamış, mecliste anayasal süreç işlemeye başladığında, herkese bu taşı hatırlatmaya göstermeye başlamışlardı. AK-Parti acaba dercesine, kendisini garantiye almak için, bu taşın etkisinden korunmak için elinden geleni yapıyordu. Meclis toplanmış, ana muhalefet partisi ve laikliği yılmaz bekçileri, son çare olarak bu taşı akıllarına getirmişler ve Anayasa mahkemesinden de taşın kuyuya düşüp düşmediği hususunda bilirkişi raporu istemişlerdi. Nihayetinde o da oldu. İki oya karşı 9 oyla, Anayasa mahkemesi, taşın kuyuya düştüğüne şahitlik ettiler. Bu şartlar altında, 367 taşının etkisinden kurtulamayan Ak-Parti ve meclis seçim kararı alarak, taşın kuyundan çıkartılmasında halktan yardım istediler. Sonuçları hepimiz biliyoruz.

 

22 Temmuz seçimleri sonrası yapılan en büyük tartışma, özellikle muhafazakar ve mutedil yaşayan kesimde – bunu söylemekte bir beis görmüyorum, çünkü seçim öncesi tartışmalar, laik/antilaik, vatansever/vatan haini, inanan/inanmayan bazında şekillendi ve bu şekilde kamplar yaratıldı- sayın Abdullah Gül’ün aday olup olmayacağı tartışmasıdır. Seçim sonrası dönemini, için için de olsa bir zafer olarak kutlayan muhafazakâr kesim, tekrar Çankaya yokuşuna tırmanma hazırlıkları yapmaktadır. Bu açıdan, meydanlarda gördükleri, sayın Abdullah Gül, bu kesimin kendilerine en yakın gördüğü ve hatta sadece bu kesimin değil, geniş kitlelerin, kendisini sayın Gül ile özdeşleştirdiği, orayı hak eden, oraya layık bir adaydır. Ancak yukarıda da belirttiğim gibi, elmayı armutla karıştırmamak gerekir. Mesele oraya sayın Gül’ün çıkması değil, AK-Parti’nin gösterdiği bir adayın seçilmesidir. Bu güne kadar gelmiş geçmiş siyasi partilerden farklı bir çizgide olan bu partinin adayının C.Başkanı seçilmesidir.

 

MHP’nin seçim sonrası yapmış 367 ile ilgili yapmış olduğu açıklama, rahatlatıcıdır ve taşı kuyudan çıkarabilmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Takdir edilmesi gerekir.

 

İster Abdullah Gül olsun, ister başka birisi, isterse meclisten olsun, isterse meclis dışından biri, ister eşi başörtülü olsun, isterse eşinin başı açık, AK-Parti’nin gösterdiği her aday için mutlaka bir kulp bulunup, seçimin önüne engeller konulacaktır. Nasıl 367 taşı bulundu ise, nasıl görev süresi biten c.başkanının Çankaya köşkünde ikamete devam edeceği ile ilgi husus kitabına uyduruldu ise, siyaset kuyusuna yeni taşlar atılacaktır. Hedef bellidir. Halkın demokrasi ve kurumlaşma isteğinin önüne set çekmektir. Dolayısı ile, kuyuya taş atanların sayısı ve taşın niteliği de önümüzdeki günlerde değişecektir.