AK-Parti’nin çiçeği burnunda milletvekili, Zafer Üskül, daha meclise girmeden, Anayasa ve Kemalizm ile ilgili yaptığı açıklamalarla, bütün şimşekleri üzerine çekiverdi. En ilginç tepki ise, Uluç Gürkan’dan geldi: „Zafer Üskül, dahili ve harici bedhahların emriyle hareket ediyor“ diye yorumladı Gürkan.
Üskül’ün kişiliği ile ilgili yorumlara girmek istemiyorum burda. Önceki dönemlerde sergilemiş olduğu tavırlar halen çoğumuzun hafızasında. Ancak, Zafer Üskül’ün, milletvekili seçilmesinin hemen arkasından, Anayasadan Kemalizm ve Atatürk ilkelerinin çıkarılması talep etmesi oldukça ilginç oldu. Bu şekildeki bir açıklama ile hem sayın Zafer Üskül, hemde AK-Parti, Anayasa ile ilgili tartışmaları başlatmış görünüyorlar. Ancak mevcut TC Anayasa’sının tek problemi sadece Kemalizm ve Atatürk ilkeleri mi?
***
Aslolan kurumlardır demiştik. Şahısların, devlet kadrolarını, makam ve mevkilerini işgal eden kişilerin, hiç bir önemi yoktur. Devlet’te süreklilik esastır ve devlet bu sürekliliğinden her ne olursa olsun ödün veremez. Bizde öylemi?
Osmanlı Devleti, uzun yıllar tarih sahnesinde yer almasını, kurmuş olduğu devlet ve idare mekanizmasına borçlu idi. Zaman zaman tahta oturan padişahların kişilikleri ve uygulamaları tartışılmış olsa bile, çok uzun ve tarihi geçmişi olan bir devlet geleneğine sahipti. Kurumları ile, bu kurumları ve makamları işgal eden kişilerin seçilmesi ve liyakatte aranan esasları ile, bu devlet geleneği işletilebilmişti.
Batı devletlerinde bu gün en işleyen demokrasi olarak örnek gösterilebilecek devletlerde de, sürekli ve halen işleyen bir kurumsal gelenek mevcuttur. Britanya Krallığı (İngiltere), Hollanda Krallığı, Belçika Krallığı, İsveç Krallığı, Danimarka Krallığı, İspanya Krallığı, Lüksemburg Dükalığı, yönetim biçimleri ilk etapta demokratik görünmesede, oluşturdukları yapı ve devlet geleneği ile, tarihten bu güne kadar mevcudiyetlerini muhafaza etmişlerdir.
Tabiî ki Avrupa’da krallıkla idare edilmeyen demokrasilerde var. Almanya, Avusturya, İtalya gibi cumhuriyetlerin yanı sıra, yüz yıllardan beri gelen bir kanton geleneğini sürdürebilen bir İsviçre bile, günümüzdeki mevcut devlet yapılarını, tarihteki murislerinden az çok etkilenerek, belirlemişlerdir.
İki büyük Dünya savaşına ev sahipliği yapan Avrupa’da onca yıkıma ve acıya rağmen, savaşın tarafları devletler, kurumsallaşmanın ve devlet geleneğinin vermiş olduğu güç ile, yeniden yapılanmayı bilmiştir. Zaman zaman şahıslar ön plana çıksa bile, bunlar kendi kişiliklerinden ziyade, devlet mekanizması içindeki yaptıkları ve devlet mekanizmasına katkıları ile anılmaktadırlar. Mesela Fransa’da De Gaulle, 5. Cumhuriyet döneminin kurucusu sayılır. Almanya’da Konrad Adenauer, Almanya’yı yeniden kurmaya başlayan kişidir. Ancak o kadar. Bu kişilerle, çalıştıkları kurum arasında bir özdeşleşme, bağlanma yok.
***
Bizim tarihi geleneğimizde ise, bilhassa 1800’lü yıllardan itibaren-eğer Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlı devletinin devamı olarak görürsek-, devlet geleneğinden uzaklaşmalar olmuş, devlet kurumları ile değil de, zaman içerisinde iktidarda bulunan kişiler ve partilerle dönemler anılır olmuştur. Bilhassa İttihat ve Terakki ile kendini gösteren ve kök salmaya başlayan, halkı -o dönemde teb’a- yok sayan bir düşünce yayılmaya başlamıştır. Geleneksel Osmanlı Devlet geleneğinden uzaklaşıp, tamamen yeni bir şeyler üretme düşüncesinde iken, hareket şahısların kontrolüne geçerek, aynı zamanda devlet kurumlarınıda, şahısların eline teslim etmiştir.
Osmanlı’da devlet geleneğinden uzaklaşma oldukça, asıl iktidar ve yönetim sahipleri yerlerini ve de idare etme yetkilerini, kaybetmişler, şahıslar ön plan çıkar olmuştur. Zaman zaman Prens Sabahaddin gibi, tekrar devlet geleneğine dönmeye çalışan ve yeni çözüm önerileri ile kurumsallaşmayı öne çıkaran kişiler olsa bile, devlet halk içindirden, halk devlet içindir düsturuna dönülmüştür. Bu şartlar içerisinde, I. Dünya savaşına giren, bir başka deyişle zorla girdirilen koca Osmanlı Devletinin o dönemlerde, kişisel olarak ön planda olan ve kurumları elinde oyuncak gibi kullanan Talat ve Enver paşalardan başkası değildir.
Sonuç malum. Mağlup olarak çıkılan bir savaştan sonra, vatanın işgali ve İstiklal Savaşı. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir kendini kurtaran ve birlikte mücadele eden bir halk, bir millet. Kazanılan savaş sonrası, bütünüyle red edilen, Osmanlı Devletinin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti. Ancak, asıl düşünce, İttihat ve Terakki geleneği, yeni yöneticilerin çoğunun kafasındaki hakim düşünce. Yine şahıslar ön planda. Tek adam geleneği. Tek adam her alanda söz sahibi. 1946’ya kadar geçen dönemde ise tek parti dönemi hâkim. Ancak parti, bu günde olduğu gibi şahısların kontrolünde. 1946’ya kadar iki defa çok partili hayata geçiş tecrübesi yaşanıyor. 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası ile denen ikinci çok partili hayata geçiş süreci çok ilginç. Geçiş süreci istenildiği gibi olmayınca, her şeyin kontrolden çıkmaması için, halkın çok partili hayata geçişe hazır olmadığına dair bir sonuç çıkıyor ortaya ve Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatılıyor. 1938’den 1946 yılına kadar, CHP içerisindeki muhalefetin doğurduğu ve DP’nin kurulması ile başlayan, gerçek çok partili hayata geçişe kadar sürecek olan dönem ise, ikinci tek adamlık dönemi başlıyor.
1950 Demokrat Parti iktidarı ile başlayan bu dönemden itibaren, artık kurumları, belirli bir kesim azınlık için kişisel kontrolde tutma düşüncesi nedeniyle, 10 yılda bir darbe yapmaktan, muhtıra vermekten dahi geri kalınmaz. Çok daha zorda kalınırsa, darbenin ve muhtıranın fayda etmediği dönemlerde, halk kamplara ayrılır, kavga ettirilirki, bir şeylerin farkına varılmasın.
***
Avrupa, iki büyük savaşa rağmen, onca yıkıntı ve acı içinden, kurumsallaşmayı becerip, devlet geleneklerini korurken ve yeniden yapılanırken, benim ülkemde ise, kısır döngü ve iç çatışmalarla, -adına ne derseniz deyin, ister toplumsal mühendislik, ister halkına karşı devletin mücadelesi- devlet kurumları ile halk mücadele eder hale getirilmiştir. Kurumlar değil de şahıslar ön plana çıkarılmıştır. Kurumlar, şahısların elinde oyuncak olmuştur. 1980 öncesi dönemde, Türkiye, Ecevit-Demirel çekişmesi içinde devlet mekanizması işlemez hale getirilmiş, parlamentoda Cumhurbaşkanı seçilmemesi için ne gerekiyorsa yapılmıştır. Bu o dönemin genel Kurmay başkanına göre, darbenin gerekçelerinden biri olur ve zaten kurumsallaşmayan devlet yapısının çanına bir kez daha ot tıkanır.
Bu gün üzerinde tartışılan, 1980 darbesinden sonra hazırlanan ve güya kurumsallaşmanın önünü açması gerekirken, durumu daha da kötüleştiren 1982 anayasasıdır. Hatırlayalım, ta o zamanlardan beri, C.Başkanı ve Başbakan arasında kişisel tartışmalar yaşanır. Devlet geleneğinde olması hoş karşılanmayan tartışmalar. Anayasal kurumlar, kurumsal yapılarından çok, YÖK ve İhsan Doğramacı, Anayasa Mahkemesi ve Yekta Güngör Özden gibi bu kurumların başkanı olan kişilerle anılır. Sonralarda ise, Yargıtay gibi bir kurum, Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu ile kişiselleştirilecektir. Devlet geleneği artık neredeyse yok olmuş, devlet yapısında, darbe geleneği ve başbakanların siyasi tercihleri doğrultusunda yönetim geleneği hâkim olmuştur. Bunun en bariz örneği, Anavatan Partisinde, Turgut Özal’ın C.Başkanı olmasıyla, yerine geçen Yıldırım Akbulut’un başbakanlığı döneminde ve aynı partiden daha sonra genel başkan ve başbakan olan bu günkü bağımsız milletvekili Mesut Yılmaz dönemlerinde görmek mümkündür. Daha sonraki dönemlerde artık, hükümetler, o dönemde başbakanlık yapan zihniyetin emrine amade olur bir şekilde görev yapar hale gelmişlerdir. Öyleki, hükümetler değiştikçe, en alttan en üste kadar neredeyse her memuru değişir hale gelmiştir. Devletde süreklilik esası unutulmuş, kişisel iktidarlar ön planda kalmıştır.
Kişisel çatışmalar artık, devlet geleneğinin dışına çıkarak ve hatta devlet geleneğini hiçe sayarak, devlet kurumları arasında ve hatta devlet kurumları içerisinde yaşanır hale gelmiştir. Bir emekli genelkurmay başkanının, o kurumun internet sayfasındaki biyografisi, neredeyse rejim sorunu haline getirilecek kadar kişiselleştirilmiş ve kamuoyuna yansıtılmıştır.
22 Temmuz öncesinde, geleneksel devlet kurumlaşmasının olmadığı kurumların, kişilerin elinde hangi tehlikeli noktalarda hizmet edeceğini ve hangi kararları alabileceğinin, her alanda gördük yaşadık. Bir nankör kedi lafının, ekonomiyi nasıl alt üst edeceğini 21.yy a girerken hepimiz yaşadık. Birbirine yabancı ve birbirini kabul etmeyen farklı zihniyetten olan kişilerin başbakan ve cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede, idarenin nasıl işletilmeyeceğini, önceki hükümet döneminde gördük. E-Muhtıra denilen bildirilerle, asıl görevi, ülkeyi dış güçlere karşı korumak olan, Ordu kurumunun, millete gözdağı verme çalışmalarını, kanımız donacak şekilde yaşadık ve ordu içerisinde bunun cezasız bırakılmasını hayretler içinde seyrettik. Makamın, görev süresinin bitmesi halinde, nasıl kitabına uydurularak görev süresinin uzatılarak elde tutulacağını, dünya hukuk literatürüne girecek şekilde yorumlamayı gördük. Koskoca, TBMM gibi, seçilmişlerden oluşan bir kurumun, bir-iki kişinin katılımı olmaksızın nasıl kişilerin elinde oyuncak haline getirilip, kurumsal işlevinin yitirileceğini gördük. O da yetmedi, asıl görevi Anayasayı işler halde tutmak olan ve Anayasal bir kurum olan, Anayasa Mahkemesinin, TC devlet yapısını istediği şekilde tıkayabileceğini ve bunun için en fazla herkesten farklı düşünen 6 kişiye ihtiyaç olduğunu, hepimiz tüylerimiz diken diken olacak şekilde tecrübe ettik.
***
1995 den beri yaşadığım Almanya’da Kohl dönemini, Schröder dönemini yaşadım. Şimdi de Merkel dönemini yaşıyorum. Sokaktaki insan için neredeyse değişen hiç bir şey yok. Gelenin en büyük kaygısı, refahı tabana yaymak ve bunu sürekli hale getirmek. Devlet alt yapısını ayakta tutmak. Zaman zaman ekonomik zorluklar olsa bile, halkı mutlu etmek hedefi ile geldikleri için, çoğu kişi için hükümette kimin olduğu o kadar da büyük rol oynamıyor. Ancak seçimlerdeki tercihini yaparken, muhasebesini yapıyor. Siyasi tercihini ona göre belirliyor sıradan insanlar. Devlet kurumları, sıradan insanlar için eşit davranmayı tercih ediyor.
***
Bu gün Türkiye’de yaşadığımız en büyük sorun, kurumsallaşamama sorunudur. Devletde sürekliliğin olmaması sorunudur. Anayasa değişiklikleri ile, ya da Anayasalardan bir takım ilkeleri çıkarma ile hal edilecek bir sorun değildir. Devlet halk içindir prensibi ile hareket eden bir devlet düsturunun yerleşmesi, yerleştirilmesi gerekir. Bu açıdan, sayın R.T. Erdoğan’ın seçim akşamı söylediği “ AK-Parti’ye oy vermeyenlerinde tercihlerine saygı duyduklarını, buna karşın tüm millete hizmet edeceklerini ve herkese kapılarının açık olduğunu” belirten sözler çok çok önemli ve göz ardı edilmemesi gereken sözlerdir. Çalışmaların bu yönde olması gerekir. Devlette kurumsallaşmanın önünü açacak değişiklikler, gerekirse kazuistik yöntemle dahi olsa, anaysada yer almalıdır. Halk devlet için değil, devlet halk için anlayışı, hâkim kılınmalıdır.