Türkiye, bölge konularında aktif rolüyle tanındı. ‘Arabuluculuk rolü’, Türkiye’nin bölgedeki varlığını güçlendirmek için AKP hükümetinin en önemli araçlarından biriydi. Bu role, isminden de anlaşıldığı üzere, tarafsızlık ve çekişen taraflara aynı mesafede kalmak damgasını vurdu. Başarısının en önemli şartı bu. Yine de bu arabuluculuk ve tarafsızlık rolü, Türkiye’nin insani, adalet veya hak olarak gördüğü bazı konularda önyargılı olmasını ortadan kaldırmıyor. Zira ülkelerin tutumları değişmez ilkeleri izlemez ve tutumlar, şartlara göre değişebilir.

Çelişkili tutumlar
Sözgelimi Türkler, 1915’te bir milyondan fazla veya az Ermeni için ‘soykırım’ tanımını reddederken, Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, Çin’deki Uygur azınlığından 200 kişinin veya fazlasının öldürülmesine ‘soykırım’ tanımını kullanmakta tereddüt etmeyerek, çelişkili bir tutum sergiliyordu.

İstikrar, Türk dış politikasının başlığıydı. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, krizlerin patlak vermesinin, çatışma ve savaşların çıkmasının önüne geçmek için vaktinin çoğunu bir başkentten diğerine giderek uçakta geçiriyordu. Bu rol, Türkiye’ye bütün Arap evlerine girmesi için önemli bir kredi verdi.

Fakat Arap sokaklarında ocak ayından bu yana yaşananlar, Türklerin bu mekik dokuma hareketini anlaşılmaz bir komaya soktu. Hatta mobil Arap devrimleri ve protestoları, Türk diplomasisinin de kafasını karıştırdı. Türk siyasetinin hesapları, olabileceğinden daha farklı bir yöne doğru gidebilir. Buna ülkelerin ‘gizli gündemi’ deniyor.

Arap sahaları, uzun süre Erdoğan resimleriyle dolmuştu. Ben de dahil birçok kimse, Araplara ve Müslümanlara az da olsa acizlik ve zayıflık halinden çıkarılmalarına destek olabilecek Doğulu bir eğilime sahip olan gücün varlığına dair umut veren Türk tutumlarını ve rollerini övmüştü. Özellikle Hüsnü Mübarek’in Mısır’ı hariç bütün Araplar, kapılarını Türkiye’ye açtılar; elli yıl boyunca İsrail’in müttefiki olmuş ve hâlâ askeri ve ekonomik alanlarda bölgede en iyi ilişkileri kuran bu ülkeye karşı büyük bir psikolojik değişim içinde dizilerini bile evlerine kabul ettiler.

Tanıdığım bir gözlemci, Türkiye’nin Arap sokaklarına yönelik karışık tutumlarına bir açıklama getiremiyor. Arap sokakları, Türkiye’den bölgede sadece tek bir tarafın veya ülkenin yanında olmasını; bir ülkeye karşı tavır alırken diğerinin yanında olmasını istemiyor. Öncelerde Türk tutumları böyle değildi. Nihayetinde bu durum, Türkleri yanlış hesaplara götürdü. Yanlış Türk hesapları, Arap sokaklarından bir kesimin Türkiye’nin tutumlarını desteklemesine yol açarken, bir kesim de bu tutumları reddetti. Türkiye, farklı grupları ve hatta ülkeleri kaybetti. Daha önce böylesi olmamıştı. Türk diplomasisinin ve Türk imajının pratikte yaşadığı ilk psikolojik kaybı bu.

Türkiye, Arap dünyasına yönelik tutumlarıyla etnik, sınıfçı, dini ve mezhebi mayınlarla dolu karmaşık bir alana girdi. Çelişkili tutumlar aldı. Örnek olarak, Mısır’da ilk andan itibaren Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in gitmesini istedi, fakat Libya lideri Muammer Kaddafi için aynı tavrı sergileyemedi. Türkiye, başlarda NATO’nun müdahalesine karşı çıktı, sonra da müdahaleyi destekleyerek, Libya kuşatmasını denetleyecek gemi ve uçaklarla müdahaleye katıldı. Sonra bu katılımın bombardıman değil, destek güçleri kapsamında olduğunu ifade etti. Oysa ikisi arasında fark yok. Zira her biri, diğer görevi tamamlıyor.

Mezhepçiliği kurcalamak
Türk gemisinin Bingazi Limanından kovulması, Türkiye’nin Arap sahasındaki kaybının bir ifadesi. Suriye’deyse, Türk yetkililer mezhepçilik ateşini körükledi. Erdoğan, bu ülkede hassas bir konuyu kurcaladı ve Suriye’deki istikrarın ‘garantisi’ olarak Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Aleviliğinin ve eşinin Sünniliğinin ‘önemine’ işaret etti. Bununla birlikte bizler, Türkiye’yi Arap sahalarındaki ilişki yöntemini ciddi ve köklü biçimde gözden geçirmeye, etnik, mezhepçi, bölgesel ve otoriter zıtlaşmalardan uzak durmaya, hareketli kumlarda belirli dönüşümlere bel bağlamamaya davet ediyoruz. (Katar gazetesi Şark, 10 Nisan 2011)

Kaynak: Radikal