Türk siyasal yaşamının devasa bir paradoks içine sürüklenişiyle karşı karşıyayız. Siyasî krizler, normal olarak ekonomik ve sosyal sıkıntıların birlikte kristalleşip devletin zirvesinde ekonomik ya da siyasal güçlüklerle olgunlaştığı zamanlarda oluşur.  
 
Oysa Türkiye örneğinde en kötü ihtimalle iktidar partisinin kapatılmasına ve kuşkusuz oldukça ciddi bir yarı-anarşi döneminin yaşanmasına yol açacak yaşanan bu çok ciddi kriz, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla geliyor.

Yine de eğer bugünkü Türkiye'nin farklı yüzleri hesaba katılırsa her göstergenin olumlu olduğu görülecektir. Türkiye'nin olumlu sosyo-ekonomik bilançosu, Kafkasya ve Orta Asya'da Rusya ile bir gerilime girmeksizin gitgide kendini daha fazla gösteren, yine kendini daha az belli eden ama daha da etkin olan dengeli bir yönde ilerleyen Kosova ve Bosna'daki varlığı ile biçimlenen yakın tarihli diplomatik başarılarının yanında zayıf kalmaktadır. Irak ve İran ile sınır komşusu olması dolayısıyla Türkiye'nin temsil ettiği tehlikelerden söz edenler, demokratik ve ekonomik kalkınma içinde bulunan Türkiye'nin yakın komşuları üzerindeki barışçıllaştırıcı etkisi hakkında düşünseler daha iyi ederler: Yunanistan, Türkiye'nin üyeliğini desteklemektedir -ayrıca Türkiye'deki rezerv bankası olan Yunan Merkez Bankası da Türkiye'nin üyeliğini desteklemektedir-, Bulgaristan ve Gürcistan, Türkiye'nin çok yakın müttefikleri haline geldiler, Suriye ise Türk şirketlerinin sağladığı oksijen balonunun İran'dan gelen bedava petrol transferinden daha önemli olduğunu düşünüyor. Bu dikkat çekici başarılar İslamcı kökenleri reddedilemeyecek olan AKP tarafından elde edildi. Kuşkusuz bu öngörülmeyen yeni durum, İslam topraklarında laikliğin ışığı olan Türkiye'nin siyasî görüntüsünü altüst etti.

Tam da bu bağlam, entegrist laiklerin son kalesini, demokratik olmayan tüm güçleri, önce askerî, ama subayların imtina etmesi sonrasında, hukuksal güçleri kullanmaya yöneltti. Bunu yaparak, Türk ultra-laikçiliği, yeni-muhafazakâr AKP ile rekabet edebilecek ve yumuşak geçişle iktidar değişimini sağlayabilecek, otantik olarak laik ve Avrupa yandaşı bir partinin oluşmasıyla siyasal yaşamda bir dengenin oluşmasını da güçleştirmektedir. Ancak burada yanılmayalım. Sadece üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören bir yasanın kabul edilmesinden sonra AKP'yi yasaklatmak isteyenler, bu çareye eski düzenin son kalesi olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt'ın hükümeti sürekli rahatsız etmektense onunla Kürt sorunu konusunda anlaşmayı tercih etmesinden sonra başvurdular.

Ayrıca, Jules Ferry ve Emile Combes'un ülkesine hâlâ biraz sempati duyan aynı laiklerin Türkiye'nin AB'ye girmesine şiddetle karşı, İslamcıların ise son derece yandaş olduklarını da bilelim. Mao, ona göre "kızıl bayrağa karşı kızıl bayrak yönelten" bazı rakiplerini Kültür Devrimi sırasında ifşa etmişti. Buna benzer bir şekilde, bugün de sözde-Kemalistlerin, Atatürk'ün, Avrupalı, çoğulcu ve seçimlere saygılı olan mirasına karşı Atatürk'ü kendilerine bayrak yapmaktalar. O zaman Erdoğan ve Gül'ün gelenekçi cephe içinde yaptıklarına benzer bir şekilde modernlik cephesinde en kısa zamanda hoşgörülü bir büyük laik partinin kurulmasıyla bu gereksiz krizin aşılmasının vaktidir. Türkiye'nin Jacques Delors'u olan Kemal Derviş, daha şimdiden BM'deki görevini terk ettiğini ve Avrupa karşıtı bu laiklik karikatürünün karşısına merkezde, sosyal demokrat, liberal ve cumhuriyetçi yeni bir partiyi kurmak için çalışacağını açıkladı. Ona bol şans dileyelim, çünkü Türkiye'nin diplomatik ve ekonomik başarısı, meşru hedefleri düzeyinde bir siyasetçi sınıfı gerektirmektedir.

 

Kaynak: Zaman