Türkiye-Suriye ilişkileri, sadece AK Parti'nin iktidara gecmesinde önce değil, Şam ile Ankara arasında 1998'de başlayan güvenlik ve siyasi alanlardaki iyileşme sürecinin başlamasından çok daha öncesine götürebilecek güçlü bir darbeye maruz kaldı. Son sarsıntı, sadece geçici bir durak olmanın da ötesinde henüz çerçevesinin çizilmesinin mümkün olmadığı başka kuralların geçerli olduğu, yeni dönemin başlangıcını bizlere haber veriyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara geçmesinden sonra ortaya çıkan Türkiye-Suriye yakınlaşmasına, sadece temellerinin sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun attığı yeni bir düşüncenin yansıması değil, aynı zamanda ABD'nin Irak işgali ve bu işgale eşlik eden mezhebi, etnik ayrışmalar ile bölünme kaygısının yarattığı sıkıntı ve tehditlerden kaynaklanan çıkarların kesişmesinin de önemli katkısı olmuştur. Türkiye ve Suriye'nin sınırlarında süper bir gücün varlığının da etkisiyle bu birliktelik gerçekleşmiştir.
Çok boyutluluk siyaseti gereği Türkiye, Balkanlar ve Kafkaslardan Rusya ve Kuzey Afrika'ya kadar yakın çevresine açılmıştır. Ancak bu siyaset çerçevesinde tarih, medeniyet ve coğrafya siyasetine öncelik tanımış, ancak bu siyasetin en önemli köşe taşı Arap dünyası olmuştur.
Arap doğusu içerisinde, Türkiye'nin bu siyasetini hayata geçirmesi bakımından 800 km.'lik sınırı olan Suriye, -özellikle de Irak'ın Türkiye bakımından Arap dünyasına açılan kapısı değil de bir Kürt kapısı olduğu göz önüne alındığında- birincil öneme haiz bir ülke ve Arap dünyasına açılan kapısı olmuştur. Ankara ile Şam arasında meydana gelen yakınlaşma sadece iki ülke arasında meydana gelen bir husus olmamış, bu, aynı zamanda Abdullah Gül, Recep Tayip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu üçlüsü ile Beşşar Esed arasında gerçekleşen şahsi bir yakınlaşmayı da sağlamıştır. Türkiye, önceki dönemlerde birkaç kez meydana gelen kuşatma olgusunun Suriye üzerinde meydana getirdiği baskıyı hafifletme ve tehdidi bertaraf etme noktalarında önemli katkılarda bulundu. Türkiye, Amerikalıların Irak'ı işgalinden ve dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powel'ın tehditleriyle Suriye'yi izole etme çabaları sırasında, ayrıca Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastı nedeniyle suçlamaların Suriye'ye yöneltilmesinden sonra Türkiye, hep Suriye'nin yanında oldu.
Buna karşılık Suriye de kapılarını ardına kadar Türkiye'ye açtı. Bu, Arap aleminin kapısının Türkiye için sonuna kadar açılması bakımından son derece önemliydi. Suriye'nin yaptıklarının ehemmiyeti sadece bununla da sınırlı değildi. Özellikle Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik derinlik kitabında şiddetle eleştirdiği katı Arap milliyetçiliğinin savunucusu Baas ideolojisinin bayraktarlığını yaptığı Suriye rejiminin, Türkiye'nin geçmişinde NATO müttefikliği ve İsrail'le olan ittifakı nedeniyle yarattığı olumsuz izlenimlerin giderilmesi gibi örnekler gündeme geldiğinde Türke açısından önemi kat be kat artmaktadır. Suriye, bu geçmişe rağmen Türkiye'nin Arap dünyasıyla beyaz bir sayfa açarak Arap dünyasının kapılarından içeri girmesi noktasında son derece cüretkar bir tutum sergilemiştir.
Suriye'nin ve diğer Arap ülkeleriyle 20. yüzyıl boyunca yaşananların ardından iki halk arasındaki kardeşlik, Toprak kardeşliği (Suriye'de Osmanlının son döneminde iki ülke arasındaki ilişkileri konu alan bir diziye atfen İhvetu't Turab) olunca bütün Türkiye dizileri Arap kanallarında sadece Suriye lehçesiyle yayınlanmaya başladı. Suriye'de çekilen Babul Hara (Mahalle kapısı) adlı dizinin başarısından sonra Türk dizileri, Mısır ya da Körfez ülkeleri lehçesiyle yayınlanmış olsaydı aynı başarıyı gösteremezdi. (Kaldı ki bu dizilerin önemli bir bölümü son derece basit, yüzeysel ve Türklerin bizzat kendilerinin itirafıyla Türkiye'nin gerçeklerini yansıtmayan diziler olmasına rağmen bu başarı elde edildi.)
Suriyeliler yeni Türkiye'nin yıldızının parlatılmasında önemli katkılarda bulundu. İlişkilerin yıllar boyu durgun bir seyir izlemesinin ardından Türkiye'ye Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapma "Şeref"ini verdi. İsrail, Gazze saldırısından sonra Türkiye'nin yeniden arabuluculu olmasına itiraz ederken, Suriye Türkiye dışındaki tüm seçeneklerini reddettiğini İsrail tarafına bildirdi.
Su sorununun iki devlet arasında henüz halledilmiş olmaması ve Fırat üzerinde yapılan yeni projelerden en çok zararı Suriye'nin görmesine rağmen, Suriye tarafı bu ihtilafı eskisi gibi bir soruna dönüştürmeme stratejisi yürüttüler. Hatta başkan Esed, yeni dostluk döneminin bir ifadesi olarak, başbakan Erdoğan'nın talebi üzerine, kendisi şiddetle suya ihtiyaç duymasına rağmen bir süre önce Türkiye'ye Asi nehrinden ek su vermeyi kabul etti. Arap milliyetçiliği açısından son derece stratejik öneme sahip olan Hatay sorununda bile, Türkiye ile imzalanan ticaret anlaşmasında BM'nin tanıdığı sınırları kendisinin de tanıdığını kabulü içeren ifadeler de kullanarak bu sorunu literatürden çıkarmaya razı oldu.
Güvenlik alanında Suriye yönetimi sadece Suriye içinde değil Lübnan'da bile PKK unsurlarının etkisiz hale getirilmesi için Türkiye'yle her türlü işbirliğini yaptı. Suriye, Türkiye'nin geçmişteki olumsuz mirasına yönelik psikolojik düşmanlık duvarını yıkarak Türkiye'nin beyaz bir at üzerinde bir melek suretinde Arap bölgesine, Arapların kalbine ve aklına yeniden dönüşüne yardımcı oldu.
Türkiye'nın sıfır sorun ve komşularına açılma politikasındaki başarısının en önemli atlama taşı Suriye'ydi. Bu ülke, Erdoğan'ın suni dediği sınırlar kaldırılması ve bölgenin bütünleşmesi noktasındaki Davutoğlu rüyasının gerçekleştirilmesinde önemli bir nokta olmuştur. AB'ye katılma hülyası suya düşen Türkiye, gerek stratejik işbirliği konseyinin kurulması, gerekse taraflar arasındaki eşitsiz ekonomik kalkınmışlığa rağmen –Türkiye'nin devasa ekonomisi karşısında Suriye'nin ekonomisi oldukça mütevazi kalmaktadır- Gümrüklerin kaldırılması ve vizesiz dolaşım hayata geçebilme imkanı bulmuştur. Diğer taraftan baktığımızda bu eşitsizliğin, Irak'la Türkiye arasında ekonomik işbirliği konseyi anlaşmasının imzalanması önündeki en büyük engel olarak durduğunu görüyoruz. Suriye her zaman başta Türkiye olmak üzere komşularıyla ilişkisini başka diğer bütün çıkar ve değerlendirmelerinin üzerinde görmüştür.
Ancak Arap devrimlerinin başlaması, ve protestoların Suriye'ye sıçramasıyla birlikte, iki ülke arasındaki tablo değişmeye başlamıştır. Türkiye bu noktada Arap devrimlerine karşı ikircikli bir tavır sergilemekle birlikte Suriye'nin durumunun farklı olduğunu söylemek durumundayız. Suriye sadece Stratejik derinlik politikasının başarısı bakımından değil aynı zamanda Türkiye'nin etnik ve mezhepsel yapısının Suriye'ye benzemesi bakımından da Türkiye için diğer Arap ülkelerinden farklılık arz etmektedir. Türkiye'nin sorunları sadece mezhebi ve etnik sorunlarla sınırlı olmadığından siyasi sorunları bakımından da Türkiye'yle benzerlik söz konusudur. Suriyeliler siyasi birlikteliklerinin ve ülkenin bütünlüğünün diğer bütün mezhebi ve etnik farklıklılarının önüne geçmesiyle övünürler. Suriye'de karışıklıklar çıkmaya başladığında Türkiye'nin yavaş yavaş uç veren ve netleşmeye başlayan tutumunu aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür:
Türkiye, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan reform ve değişim olgusuna destek vermektedir.Göstericilere karşı barışçı bir tutum sergilenmeli, onlara şiddet ile karşılık verilmemeli, siyasi tutuklular ile düşünce suçluları salıverilmelidir. Olağanüstü hal kaldırılmalı, demokratik dönüşümün gerçekleşmesi için siyasi çoğulculuk kabul edilmelidir. Değişimin Esed liderliğinde gerçekleşmesi en doğru seçenektir, istikrarı koruyacak ve içteki patlamayı engelleyecek olan şık budur. Türkiye bu doğrultuda Esed yönetimine bir çok temsilci ve yetkili göndererek, bunun gerçekleşmesini sağlamaya çalışmıştır.
Suriye'deki gösteriler ve protestolar şüphesiz ülkede tedavi edilmesi gereken ve çok daha cesaretle üzerine gidilmesi gereken ciddi bir siyasi sorunun varlığını göstermektedir. Zira gerçekten yönetimin reformları hayata geçirme isteğini gösterdiği söylense bile buna güç yetiremeyen alışılageldik kurumlarla ve geleneksel zihniyetle yola devam edilmesi mümkün değil, olaylar bunu gösteriyor.. Bu nedenle gelişim ve reform konularında Türkiye'nin en yüksek düzeyde görevliler göndererek yardım etmeye çalışması son derece önemliydi. Bununla da yetinmedi çözümün sadece güvenlikle önlemleriyle ya da uygulanabilirliği olmayan sloganlarla ve dolayısıyla sorunun devam etmesine yol açan açık oyalama taktikleriyle sağlanamayacağını anlatmaya çalıştı. Ancak bütün bunlara rağmen, bu aktardıklarım Türkiye'nin Suriye'yle olan ilişkilerini sarsıntıya uğratan bir takım açıklama, hareket ve tutumlarını meşrulaştırmaz. Zira bu yapılanlar, iki ülke arasındaki ilişkileri sıfır noktasına getirme tehlikesi taşımaktadır. Diğer yandan Türkiye'deki basın ve yayın araçları Suriye'nin tutumunun netleşmesini beklemeden, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'i Muammer Kaddafi'ye benzeten ve en az onun kadar kan içici bir diktatör olduğunu söyleyen yayınlar yaparak şahsına karşı halen sürmekte olan bir kampanya başlattılar. Dehşet veren şey ise bunu yapan basının Yeni Şafak, Star, Türkiye ve Zaman gazetesi (ki bu sonuncusu halen ABD'de bulunan meşhur din adamı Fethullah Gülen hoca'ya yakınlığıyla bilinmektedir ve bu kampanyada en sert tutumu alan gazetedir) gibi AK Parti'ye yakın duran partiler olmasıdır. İlk andan itibaren, geçmişte Türkiye ile Suriye arasında birlik çağrıları yapan bir çok İslamcı yazar, anlaşılması mümkün olmayan ve benzeri görülmemiş bir şekilde çok sert bir Suriye karşıtı kampanya başlattılar.
Erdoğan, Suriye'ye ilgili açıklamalarını, burada olan bitenin aslında Türkiye'nin içişleriyle yakından ilgili olduğunu söyleyerek meşrulaştırmaya çalışıyor. Ancak şurası açık ki iki ülke arasındaki güven ne kadar kökleşirse kökleşsin arada sınır olduğunu unutmamak gerekir, bu nedenle Türkiye'nin endişelerinin makul bir gerekçesi bulunmamaktadır.
A- Türkiyeli yetkililerin Suriye'yle ilgili her gün bir açıklama yapması, kardeşlik, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerini yok sayan, Suriye'nin içişlerine aleni bir müdahale biçimini almaya başladı. Öyle ki Türk yetkililer, Suriyelilere zaman zaman kulislerin arkasında açık mesajlar vermeye başladılar.
B- Türkiye'nin yukardan bakan tavrı, gerek resmi yetkililer arasındaki ilişkiler gerekse dostların kendi aralarındaki sıcak tavra uygun düşmemektedir. Türkiye, sanki daha önce Mısır'da Hüsnü Mübarek'e, Libya'da Muammer Kaddafi'ye yaptığına benzer şekilde Suriye'nin vasisiymiş gibi hareket etmektedir. Türklerin kendilerini çok güçlü bir ülke şeklinde tahayyül ediyor olmaları yönündeki vehimleri, onların Suriye'ye, sorunların çözümü noktasında ders verme ve öğütlerde bulunma yetkisini kendilerinde görmelerine neden olmaktadır. Halbuki aynı şey, Cumhuriyetin başlarından ve hatta Osmanlı'dan miras alınan kronikleşmiş ve bazısının ömrü yüzyılı aşmış sorunlarla ilgili olarak Türkiye'ye de uygulanabilir, ve aynı ders alma ve öğütlere maruz kalma durumuna o da düşebilir. Burada dikkat çekici olan husus da tanınmış gazeteci Cengiz Çandar'ın Radikal gazetesinde yazdığı yazısıdır. Çandar, "AK Parti'nin Kürt sorununun varlığının tanımayı, 12 Haziran'da yapılacak seçimlerden sonrasına ertelemesi durumunda Yemen ve Suriye'de meydana gelen tablonun burada da tekrar etmesi tehlikesiyle karşılayabiliriz" demektedir. Bu açıdan bakıldığında Türk yetkililerinin Şam yönetiminin yüzbinlerce Kürde uyrukluğa geçme hakkını vermiş olması karşısındaki suskunluklarını da dikkat çekici bulmaktayız.
Bununla birlikte Türkiye'nin bu "hataları", "derin" ve "kışkırtıcı" başka hataları karşısında son derece masum kalmaktadır ki bunlardan biri de Türkiye'nin Suriye muhalefetine ev sahipliği yapmasıdır. Bunlardan ilki Müslüman Kardeşler Teşkilatının sözcülerinden Muhammed Şukfe'nin İstanbul'da yaptığı basın toplantısı, ikincisi de yine İstanbul'da yapılan Suriye muhalefeti toplantısıdır. Bazı Türk yetkililer bu tür faaliyetlerin Türkiye'de basın ve düşünce özgürlüğü kapsamına girdiğini, bu noktada Londra ve Paris'te Arap muhaliflerin yaptığı toplantılarla benzeştiğini ifade etmektedirler. Ancak burada, Türkiye'nin İngiltere ve Fransa olmadığını, gerek coğrafi gerekse siyasi bakımdan Türkiye'nin bu ülkelerden farklılaştığını hatırlatmakta fayda var. Ayrıca Suriye'nin İngiltere ve Fransa'yla olan ilişkisinin, Türkiye'nin Suriye'yle olan ilişkisinden oldukça farklı olduğunu söylemek gerekiyor. Bu ağırlama, taktiksel açıdan hatalıdır zira nasıl ki Türkiye PKK'yı terörist bir örgüt olarak tanımlıyorsa Suriye de Müslüman Kardeşleri aynı şekilde görmektedir. Türkiye'nin Müslüman Kardeşler'e yakınlık göstermesi ve yöneticilerine faaliyet hakkını sonuna kadar vermesi, Suriye içlerinde derin bir hassasiyete yol açmaktadır. Aynı şeyi Suriye yapsaydı ve PKK yöneticilerine Şam'da basın toplantısı düzenleme hakkı verseydi Türkiye'nin tavrı ne olurdu? Bu soruya cevap vermek dahi gerekmiyor, 1998 yılında Abdullah Öcalan'ı barındırdığı gerekçesiyle meydana gelen olayları ve iki ülkenin savaşın eşiğine gelişini gayet iyi hatırlıyoruz. Recep Tayyip Erdoğan, Esed alevi olduğu halde karısının Sünniliğini dile getirip mezhebi bir ayrıma işaret ederek Suriye'nin iç hassasiyetleriyle oynuyor olmasını da Suriyeliler masum olmayan kışkırtıcı bir yaklaşım olarak değerlendirdiler. Suriye'de ne rejim ne de muhalefet, böyle bir şey üzerinden siyaset yapmamalarına rağmen, Erdoğan'ın Rize'de bir seçim kampanyası sırasındaki konuşmasında Suriye'deki iç savaş tehlikesine ve Sünni- Alevi ayrımına, sanki böyle bir çatışmanın olmasını istermişçesine işaret etti ki aynı şeyi diğer Türk yetkililer de zaman zaman yapıyorlar. Ayrıca Türk basını da Suriye Türkiye sınırında özellikle de Antalya ve Mardin'deki hazırlıklar üzerinde yoğunlaşarak bu yönde hiçbir gösterge olmamasına rağmen sanki daha fazla kişinin Türkiye'ye kaçmasını sağlamak ve bu şekilde bunu Suriye üzerinde bir baskı oracı olarak kullanmak için çeşitli haberler yaptılar. Amaç, bu göçmenlerin kendi istekleriyle değil de Suriye rejiminin katliamlarından kaçmak için geldikleri yönünde bir algı oluşturmaktı. Suriye'de olaylar başlayalı bir buçuk ay olmasına rağmen Kızılay'ın kurduğu çadırlar halen boş ve gelip yerleşecek insanları bekliyor.
Suriye'de reform gerekliliğiyle ilgili ciddi bir sorunun varlığı ortada. Ancak bu sorun, son tahlilde sadece Suriyelileri ilgilendirir. Ancak Erdoğan'ın Suriye'deki olayları Türkiye'nin kendi iç meselesi gibi görmesi, uluslar arası ilişkilerde yepyeni bir yeniliği ortaya çıkarmaktadır ki bu, aynı şeyin Rusya, İran, Irak, Gürcistan, Suriye, Kuzey Irak hükümeti, Bulgaristan ve Yunanistan'ın da Türkiye'de olan bitenleri kendi iç meselesi olarak görmesine ve Türkiye'nin içişlerine karışmasına yol açacaktır. Nihayetinde Suriye'nin kaderine ve geleceğine karar verecek olan Suriyelilerin kendisidir, büyükelçiler, uzak ya da yakın başkentler değil. Diğer taraftan bütün bunlar, Türklerin devletin yetkileriyle ilgili olarak kendisine yönelik bir komplo olarak gördüğü şeye karşı mücadele etmesi noktasında belirli bir alanın varlığını görmezden gelmelerini haklı kılmaz. Suriye'nin böyle bir kampanyaya maruz kalmasının, bu ülkenin İsrail'e ve bölgedeki Amerikan müdahalesine karşı koyduğu tavır ve bölgede Hamas, Hizbullah gibi direniş hareketlerine verdiği destek nedeniyledir, Türklerin bunu bilmemesi mümkün değil. Ancak Türkiye'nin Suriye muhalefetine kucak açması, Müslüman kardeşlere yakınlık göstermesi, Suriye'de reformların aksaması durumunda Suriye'ye karşı bir tutum alınacağını açıklaması, Esed'in tutumunu eleştirmesi, bütün bunlar, topraklarının bir kısmı işgal altında olan Suriye'nin direniş cephesi içerisindeki yerini sarsma ve onun rolünü zayıflatmaya yönelik olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Bunu derken Suriye muhalefetinin dış güçlerin kontrolünde olduğu, muhalefetin milliliğini ya da yerelliğini sorgulama, bu konuda bir şüphe oluşturmak istemediğimizi peşinen belirtmek isteriz. Endişe ettiğimiz bir diğer husus ise Türkiye'nin "stratejik derinlik" politikasının özellikle Suriye ile ilgili olan bölümünün süreç içerisinde kırılmaya uğrayacağıdır. Özellikle Türkiye'nin Tahran, Beyrut ve Bağdat üzerinden kurduğu bu derinlik, söz konusu siyaset devam ederse yıpranmaya uğrayacaktır. Bu noktada Türk dış siyasetinin çok hassas bir sınavdan geçmekte olduğunu, bu sınavın diğer bütün sınavlarla karşılaştırıldığında onlardan çok farklı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Suriye'ye dair belirsizlikler ve sorunlar içeren Türk politikası, bu siyasetin nedenleriyle ilgili çeşitli soruları gündeme getirmektedir:
Anlaşılan o ki Türkiye, durumların daha da kötüye giderek kendi sınırlarında yeni bir cehennem kapısının açılmaması amacıyla Suriye'deki olayların sona ermesi için reformların sürekliliğine vurgu yapıyor ve bunların gerçekleşmesi ya da hızlanması için muhalefeti ağırlayarak ya da onlara destek veriyor gibi görünerek aslında baskıları artırmak ve sonuç almak istiyor. Ancak bu noktada AK Parti içerisinde ya da bu partiye yakın çevrelerde depreşen eski İslamcı güdülerin varlığına da işaret etmek gerekiyor. Zira bu islami cemaatlerle irtibatları süren grup, Müslüman kardeşlere kendilerini yakın hissediyorlar. AK Parti'de yaklaşan seçimler nedeniyle İslami tabanından oy alabilmek için bu kesimlere sıcak mesajlar veriyor. Durumun mutlaka böyle olduğuna ihtimal vermek istemiyoruz aksi taktirde, sırf yaklaşan seçimler için Türkiye yönetiminin Suriye'yle olan ilişkilerini ateşe attığı gibi bir sonuç ortaya çıkar ki bu da çok makul bir sonuç olmaz. İkinci yorum, Türkiye'nin ve özellikle de bu ülkedeki İslami basının tutumu, Suriye'deki rejimin yıkılması halinde her türlü alternatifi desteklediği yönünde. Özellikle Türkiye'nin Müslüman kardeşleri desteklemesi, AK Parti'ye yakın basının her gün sürekli olarak Suriye rejiminin "kanlı tutumu"nu teşhir etmesi, akıllara, Müslüman Kardeşlerin temelini oluşturduğu yeni bir sisteme kapılarını açtığı yönünde bir izlenim uyandırabilir ki bu en tehlikelisidir. Zira bu durum, Türkiye'nin bölgedeki olaylarla ilgili olarak Arap ülkelerindeki mezhebi ya da siyasi taraflar arasında tarafsız tutumunu zedeleyecek doneler içermektedir ki böyle olursa insanlar AK Parti'nin Yeni Osmanlıcılık şeklinde gizli bir ajandasının olduğunu düşüneceklerdir. Öbür taraftan, Suriye'de rejimin alaşağı edilmesi durumunda bu siyaset ülkenin sonu çok kanlı bitecek ve tarafların birbirini alt edemeyeceği uzun soluklu mezhebi bir fitnenin pençesine düşmesine yol açar ki bu da Türkiye'nin bütün politikalarının sonu demektir. Sonuçta durum böyle olursa bazı vehim sahiplerinin kanaatinin aksine Türkiye, kaybeden taraf olacaktır. Türkiye'nin politikasına dair hatalarla ilgili üçüncü yorum ise, dış politika yapıcılarının ülkede genel olarak Arap devrimleriyle ilgili stratejik hata içine düşmeleridir. Belki de Türkiye'nin çok güçlü olduğu yönündeki vehim, stratejistlerin böyle bir hata içine düşmelerine yol açmaktadır ki sonuçta onlar kaybedeceklerdir. İçine düşülebilecek en büyük hata ise, olumlu bir seyir içine girmesi için yıllar boyu verilen emeklerin heba edilmesi, iki ülke arasındaki stratejik derinliğin ve ilişkilerin ortadan kalkarak on yıl öncesine geri dönülmesi ve iki ülke arasının açılarak karşılıklı şüpheye dayalı politikaların yeniden egemen olmasıdır. Türkiye'nin 8 yıldır uyguladığı politikaları nedeniyle oluşturduğu olumlu izlenimin yıpranmaya başladığı görmezden gelinemez. Türkiye ile Ortadoğu arasındaki oyunun kurallarının artık eskisi gibi aynen sürdüğünü söylemek mümkün görünmüyor. Suriye'deki gelişmeler ne yönde ilerlerse ilerlesin, Suriye-Türkiye ortaklığı üzerinde yükselen temellerin artık önümüzdeki dönem için de aynen geçerli olacağını söylemek mümkün değil. Türk dış siyasetinin herkese eşit mesafede yaklaşma ilkesinin daha ilk sınavda çakması, "stratejik derinlik" ilkesinin de sadece birkaç yıl dayanabilmesiyle tarih aslında, Arap-Türk ilişkilerinin çöküşünün yüzüncü yılında bu ilişkilerin yeniden rayına girmesini istemiyormuş intibaını uyandırıyor. Taraflar arasındaki ilişkilerin yüz sene önce tam 1911 yılında İttihat ve Terakki'nin yaptığı hatalar nedeniyle çöktüğünü unutmamak gerekiyor.
Lübnan'da yayınlanan Es-Sefir gazetesinden Dünya Bülteni için çeviren: Faruk İbrahimoğlu