Eyman Sehate, Mısır'dan konferansa katılmıştı. Hareketin ekonomiye kazandırdıkları ekseninden tebliğ sundu. Gülen ile aralarında ne organik ne inorganik hiçbir bağ olmamakla birlikte, onun düşüncelerinden istifade ettiği bilinen kuruluşlardan bahsetti. "Gülen hareketi aslında bir rüya" dedi.

Ardından hemen ilave etti: "Ama gerçekleşmiş bir rüya." Mesela "Kimse Yok mu?" Derneği'nden söz ederken, derneğin Gazze katliamında Mısır'dan önce Gazzeli Müslümanların imdadına koştuğunu söyledi. Çokları için -itiraf edeyim benim için de- yeni bir bilgiydi bu. Salondaki geniş izleyici kitlesi üzerinde şok etkisi yaptı bu sözler. Gazze'ye coğrafî olarak en yakın mekânlardan biri olan Mısır; Filistin hadiselerinde Türkiye'ye nispetle öteden bu yana çok daha fazla olayların içinde bulunan Mısır; Arap Birliği'nin merkezine ev sahipliği yapan Mısır ve beri tarafta Türkiye. Kısa zaman sonra şok tesiri kalktı izleyiciler üzerinden ve salonda müthiş bir alkış tufanı koptu.

İnsanlara para kazanmak için fikir vermenin, organize olmalarını temin etmenin, alıcı ile satıcıları buluşturmanın güzelliğinden dem vurdu; sunduğu örneklerle alınan somut mesafeleri aktardı. Harekete içeriden bakan Dr. Ergun Çapan'ın tebliği de hareketin temel dinamiklerine yaptığı vurgularla doluydu. İşin orijinal tarafı, sahabe mesleği, fedakârlık vb. türden üst baslıklar ile sunulan bu dinamiklerin bizzat Hocaefendi'nin kaleminde yerini bulan ifadelerle teyit edilmesiydi. Konferans esnasında oturum başkanlarının takdirine göre yer yer salonda katkı yapmak isteyen izleyicilere de söz verildi. Genelde söz verilen kişiler sair Arap ve Afrika ülkelerinden gelen akademisyenlerdi. Mesela bunlardan birisi, ismini not alamadığım Faslı bir akademisyendi. Gülen'in kendi toplumuna, kendi insanına fikirler verdiğinden, bu fikirleri hayata taşıyacak konseptler sunduğundan söz etti ve bana çok çok önemli gelen şu sözleri söyledi: "Medeniyeti oluşturacak olan; irade ve imkândır. İmkân var ama irade yoksa bu iş olmaz; ama irade olunca imkân olmasa da olur; çünkü o irade imkânlarını bulur. Gülen hareketine bu perspektiften bakabilirsiniz."

Elinizi vicdanınıza koyun ve gerçekten önerilen bu pencereden bakın harekete. Maddî ve manevî sahip oldukları tüm varlıkları ile yerli, hiç kimseye diyet borcu olmayan, kendi ayakları üzerinde duran bağımsız bir yapı. Aslında bu bazıları için en büyük rahatsızlık konusu ama gerçek şu ki harekete hayat veren can suyu da burası. İşte Fas'tan gelen bir akademisyen bu noktayı keşfediyor ve kendisine sunulan beş dakikalık konuşma fırsatında bütün dünyaya bu hakikati ifade ediyor.

Bununla kalmadı o zat; İslam dünyası ve Müslümanların fakirliği etrafında asırlardır konuşulduğunu ama Gülen'in bu konuşmalara ilaveten yapabileceklerini yaptığını anlattı. Hocaefendi'nin gözyaşlarına değindi bir ara. "Gülen, birisinin başına bir şey geldiğinde ağlıyor." dedi. "Ağlama, insanı çözüm yollarına götürür." diyerek, ağlamanın çözüm adına bir ilham kaynağı olabileceği yorumunu yaptı.

SİYASet ve ekonomiden sonra yeni bir ortak alan

'Ezher şeyhleri nerede?' diyen bir başka izleyici çıktı sahneye son gün: "Üç gündür buradayım; duyduğum şeyler, gördüğüm manzara karşısında şoke oldum. Bu tablodan asıl ders alması gerekenler Ezher şeyhleri. Onlar nerede?" Oturum başkanının Ezher'den olan bazı öğretim görevlilerini işaretle devam eden konuşmada yapılan diğer vurgular "Ezher şeyhleri nerede?" sözünün gölgesinde kaldı. Çünkü önemli bir hususa işaret etmişti o izleyici. Zira söz konusu olan belki Ezher benzeri bir eğitim modeli ama aynı geleneğin içinden gelmiş ve ortaya koyduğu performansla bütün insanlığa elini uzatmış bir kişi vardı karşılarında. Nitekim sözlerini bitirirken bunu da açıkça dile getirdi; Arapların kendi dar kabuklarını kırması gerektiğini ve tıpkı Gülen hareketi gibi İslam'ın güzelliklerini bütün dünyaya anlatmalarının lüzumu üzerinde durdu; hareketin merkezî ve aslî özelliklerini alıp kendilerinin de tatbik etmelerinin gerekliliğini vurguladı.

Bu bapta son sözü alan bir akademisyen, ismini vermeyeceğini söylediği bir tarikata mensup olduğunu, üç günden beri dinledikleri karsısında Hocaefendi'yi bir şeyh olarak gördüğünü anlattı ama bir tek farkla: "Gülen, tasavvufun bütün donukluğunu üzerinden atmış, tasavvufi değerleri hayata ve dünyaya taşımış bir şeyh."

Kapanış oturumu, Kahire Üniversitesi'nde görev yapan organizatörlerin değerlendirmeleri ile yapıldı. Prof. Dr. Nadya Mustafa, "15 yıldır katıldığı hiçbir uluslararası konferansta bu ölçüde ilgiyle izleyen bir kalabalıkla karşılaşmadığını anlattı önce. Arkasından Hocaefendi'nin harekete 'Gülen hareketi' denmemesi ısrarındaki perdeyi araladığını dile getirdi. Şöyle dedi Nadya Mustafa: "Gülen'in, Gülen hareketi denmemesi konusundaki ısrarını, dinlediğim konuşmalardan sonra daha iyi anladım; o birtakım değerler ortaya koyuyor, yorumlar yapıyor, projelendiriliyor; başkaları onun bu çalışmalarını ve düşüncelerini sübjektif bir anlayışla yorumluyor. Dolayısıyla ortada objektif, herkesin kabullenmek zorunda olduğu bir hareket değil, sübjektif değerlendirmelere konu olan bir hareket var."

Şöyle devam etti Nadya Mustafa değerlendirmelerine: "Bu üç günlük konferans bana gösterdi ki bizim Arap âlemi olarak Türkiye ile olan ilişkimiz sadece siyaset ve ekonomi ile değil aynı zamanda düşünce alanında da olmalıymış. Amerika ve Avrupa bu düşünceyi ve hareketi bizden önce tanıdı; şu an itibarıyla biz de bunu kabullenmeye hazırız."

Salondan yoğun alkış alan bir başka değerlendirmesi şu oldu Prof. Nadya'nın: "11 Eylül hadiselerinden sonra Batı, İslam dünyasından özür dilemelerini bekledi. Gülen ise bu beklentilere şöyle cevap verdi: 'İslam'ın özür dileyecek değil, kendisini kâmil manada temsil edecek insanlara ihtiyacı var.' Böyle dedi Gülen ve özür talepleri ile uğraşmadan, etrafta söylenenlere kulak asmadan, başını yere eğmeden projelerini gerçekleştirmeye devam etti; işine baktı, mesafe aldı."

İbrahim Beyyumi ise yaptığı genel değerlendirmede hareketin tecdit özelliğine ısrarla vurgu yaptı. Hocaefendi'nin tıpkı Muhammed İmara gibi, Tarık el-Bişri gibi bir öncü olduğunu söyledi. Bugünü iyi okuyup onu mazi ile buluşturan, birleştiren özelliğini anlattı. 'Tefsirde tecdit yapıyor mesela' dedi ve Hocaefendi'nin ele aldığı bir tek ayet bile olsa, onu Kur'an'ın bütüncüllüğü içinde nasıl yorumladığını, ayete her türlü açıdan bakarak nasıl tefsirler yaptığını söyledi. "Kitap ve Sünnet Perspektifinden Kader" isimli kitabıyla kader mevzuuna bu kadar şümullü ve net bir şekilde değinen bir başka kişi tanımadığının ısrarla altını çizdi. Hocaefendi'nin cihat kavramına getirdiği tanımlamalardan bahsetti. "Siyaset, hayatın ıslah edilmesidir." şeklindeki yorumundan hareketle Filistin meselesinin çözümü adına Arap tarafı ile Hocaefendi'nin ortaya koyduğu felsefelerin farklılığına işaret etti. Salondan ciddi takdir toplayan bu mukayeselerden sonra, Hocaefendi'nin gerçekleştirilmesi imkânsız uçuk projeler yerine tatbiki mümkün olan ve hemen tatbike geçen projelerle harekete hayat verdiği, sürekliliğini sağladığı tespitini yaptı. Ve nihayet uzun süre salondan alkış alan şu sözleri ile bitirdi konuşmasını: "Fethullah Gülen, Abduh'un zekâsı, Benna'nın ruhu ve Seyyid Kutub'un ufkunu kendinde cem eden ve bugünü değil geleceği hedefleyen bir şahsiyettir."

Kapanış konuşmasına yaklaştığımız bu son fasılda, kısa kısa iktibaslar yaptığımız bu konuşmalardan sonra Türkiye'ye hareketi yerinde görmek için gelmiş kişilerin yaptıkları gezi izlenimleri yer aldı. Birkaç kişinin konuştuğu bu fasılda avukatlık mesleğini icra eden İsam Sultan'ın söyledikleri, üzerinde uzun boylu düşünmeye değer tespitlerdi. Şöyle dedi İsam: "Gülen ve Gülen hareketi etrafında duyduklarımız bize ustura gibi geliyordu. Türkiye'yi gezince bunun böyle olmadığını gördük. Gezdiğimiz her kurum, görüştüğümüz, konuştuğumuz her kişi bizde çok derin izler bıraktı. Gece otele döndüğümüzde saatlerce ağlaya ağlaya kendi aramızda müzakereler yaptık. Mesela gittiğimiz hiçbir kurumda Gülen'in resmini görmedik. Harekete ait siyasi partilerde, gizli örgütlerde, çeşitli kurum ve kuruluşlarda olduğu türden bir şiara, sembole, rozete vs. rastlamadık. Bunun yerine bir tek şey musahabe ettik; ruh. Sadece ruh vardı bunlarda. Bana sorarsanız Türkiye cesedinin ruhudur bunlar." Ne yalan söyleyeyim, gözyaşları ile dinlediğimiz bu sözler şahsen beni çok farklı ufuklara götürdü. İçimden keşke keşke nidaları yükseldi. Keşke kendi yetiştirdiği değerlerin; keşke fedakâr ve cefakâr insanımızın fedakârlıkları ile tüm insanlığı ilgi alanı içine alan hareketin bu ölçüde olsun farkına varanlar olsa bizde dedim.

İsam "Kim bunlar ve neye iman etmişler?" dedi konuşmasının devamında. "Bunlar ne isme, ne de unvanlara takılmışlar. Sadece bir tek sıfatları var; ehlu'l hidme yani hizmet ehli kişiler bunlar. Yaptıkları işte profesyonel olmaya iman etmiş ve herkesi kucaklama azminde kişiler olarak gördüm bunları. Zaten aksi bir yaklaşımla hareket bugünlere gelemezdi." dedi. Başta söyledim; bazen kısa kısa yorumda bulunacak, bazen yorumu sizlere bırakacağım. Şahsi kanaatime göre bu tespitler üzerine fazla söze hacet yok.

Bir başka gezi izlenimini paylaşan kişi Nahid İzzuddin idi. Mukayeseler yaparak düşüncelerini paylaşan İzzuddin'in en önemli tespiti bence; ıslah hareketlerinde iltizam, intizam ve muvazenenin (denge) korunamadığından, ama Gülen hareketinde bu üçlünün insicam içinde varlığını sürdürmesinden bahsetmesiydi. Problemler karşısında hareket gönüllülerinin "bunları çözmek bizim insanî vazifemizdir" demelerine dikkat çeken İzzuddin, bu kabulün din, dil, ırk, cins, mezhep farkı gözetmeksizin herkese kucak açmakla sonuçlandığını anlattı.

"İslam Türklerle dünya dini oldu"

Kapanış konuşmasını Mısır'ın dünyaca ünlü akademisyeni Tarık el-Bişri yaptı. Onun kürsüye çıkışıyla kapasitesini çok çok aşan kalabalığa sahne oldu salon. Ağzından çıkan her kelimenin adeta not edildiği bir manzara ile karşı karşıyaydım. Fakat bundan daha ilginci, bu şahsın üç gün boyunca sıradan bir insan gibi salonda kendine ayrılan yerde oturup konuşmaları dinlemesiydi. Az çok akademi dünyasına vâkıf birisi olarak takdir hislerimi yenemedim. Çünkü el-Bişri seviyesinde şöhrete, bilgiye, makama sahip olan başka akademisyenlerin şu ana kadar bu ve benzeri konferansları baştan sona takip ettiğini hiç görmedim. Kaldı ki sadece Tarık el-Bişri de değil, Muhammed İmara'yı da aynı şekilde gördüm.

Tarık el-Bişri konuşmasına şöyle başladı: "Gülen hareketine üç günden beri bize çoğulcu İslam düşüncesini yaşattığı için çok teşekkür ediyoruz." Üzerinde durulmaya değer bir cümle bu. Çünkü günümüz dünyasında İslamî aidiyeti ön plana çıkan birçok yapılanmalar çoğulcu ve karma bir yapıdan ziyade hicri ikinci-üçüncü asrın kodları ile düşünen, o dönemlerin siyasi, sosyal, ekonomik şartları içinde üretilen içtihadî yaklaşımlarla kendilerine alan arıyorlar. Hem Batı hem de İslam coğrafyasında gördüğümüz bu manzara, son tahlilde sistemlerle çatışmaktan radikalizme uzanan bir seyri beraberinde getiriyor.

El-Bişri, Mısır ve Arap coğrafyasında Türklerin ve Osmanlıların yanlış anlaşıldığını belirterek başladı sözlerine. Bugün bu coğrafyanın yaşadığı siyasî, ekonomik, kültürel bütün problemlerin hatta Arap milliyetçiliğinin kökeninin bile Osmanlı'ya, Türklere yüklendiğinden bahsetti. "Hâlbuki" dedi El-Bişri "Türklerin Müslüman olmasından önce İslam, Şam ile Hicaz arasında gidip geliyordu. Türklerin İslam'a dehaleti ile İslam, dünya dini haline geldi ve Haçlı dünyasının düşmanlığı başladı." Bu tespitlerini tasdik sadedinde Mısır'ın Osmanlı'dan değil, İngiliz sömürgeciliğinden etkilendiğini anlattı.

El-Bişri'nin yaptığı enfes tahlillerden bir diğeri İslam dünyası adına ortaya koyduğu tablo ve bunun üzerindeki yorumu idi: "1 milyar 750 milyon Müslüman; 57 İslam devleti; 22 Arap devleti" dedi ve ardından şu soruyu sordu: "Ne görüyorsunuz bu tabloda?" Cevabını yine kendisi verdi, hem de tek kelime ile: "Parçalanmışlık." Nefes bile almadan ilave etti: "Ama bu parçalanmışlık bizde Asr-ı Saadet'ten hemen sonra başladı. Emevi, Abbasi, Endülüs Emevileri, Memluklular, Fatımiler, Selçuklular, Osmanlılar vs. vs." Sorunun adını parçalanmışlık olarak koyan El-Bişri tahlilini söyle bitirdi: "Bizim asıl sorunumuz ümmetin bölünmesi, hem de asırlardır." Bu çizgide örnekler de verdi Tarık el-Bişri. Filistin, Suriye, Lübnan, Mısır ve benzeri Arap İslam ülkelerinin sınır problemleri başta kendi aralarındaki sorunları çözmek için uluslararası toplantılar yaptığını ama toplantı mekânlarının Kahire, Şam, Beyrut yerine Berlin, Londra, Davos olmasına dikkat çekti ve bu sorunlar özelinde Batı dünyasının rolüne işaret etti.

Bir saati aşkın konuşmasını bitirirken söyledikleri ise şunlardı: "Bizim müspet ve dinî ilimler seviyesinde entelektüel bir problemimiz yok; bizim asıl problemimiz insanları nasıl organize ederiz, nasıl mobilize ederiz. Gördüğüm kadarıyla Gülen hareketi bu sorunu asmış."

İşte üç gün böyle geçti. Tam üç gün süren bu fikir ziyafeti sofrasından kalkmakta zorlandık. Sadece biz değil, birçok insan aynı düşüncedeydi. Temennileri, daha spesifik alanlarda yapılacak konferanslarla hareketi daha yakından tanımak. Gerek yerli gerekse başka coğrafyalardan gelen kişilerin izhar ettikleri arzudan hareketle rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu ve benzeri organizasyonların arkası Arap dünyasında da gelecek. Burada benim asıl merak ettiğim husus, Türkiye bu işe ne zaman uyanacak? Ne zaman Batı dünyasında yıllardır yapılagelen ve Arap dünyasında da ilki gerçekleşen bu türlü ilmî musahabelerle Hocaefendi ve Gülen hareketini konuşacak? [email protected]

Kaynak: Zaman